Husserl’in Fenomenolojisinde Görü (İntüisyon) Teorisi ve Levinas’ın Yorumu
Husserl’in Fenomenolojisinde Görü (İntüisyon) Teorisi ve Levinas’ın Yorumu
Giriş
Fenomenoloji, Edmund Husserl tarafından kurulan bir felsefi yöntem ve akım olarak bilinçte ortaya çıkan deneyimlerin özüne erişmeyi amaçlar. Husserl’e göre bilinç her zaman bir şeye yöneliktir (niyetliliktir) ve bu yönelim, nesneleri belirli bir içerikle bilince getirir. Fenomenolojinin temel amacı, “şeylere kendi başlarına” geri dönerek zihnin her türlü önyargı ve varsayımdan arındırılmış en saf durumunda nesnenin nasıl verildiğini tanımlamaktır. Bu çerçevede Husserl, doğal tavrı (dünya hakkındaki varsayımları) askıya alan epoche ve özsel nitelikleri belirlemek için yapılan eidetik indirgeme gibi yöntemleri geliştirir. Bu yöntemlerle amaç, deneyimin iç yapısını, ona biçim veren özleri ortaya koymaktır. Bu çalışmada, Husserl’in genel fenomenoloji yaklaşımı ve özellikle görü (intuition) teorisi detaylandırılacak; ardından Emmanuel Levinas’ın Husserl’e bakışı ve sezgi kuramına ilişkin orijinal yorumları kapsamlı şekilde irdelenecektir.
Husserl’in Fenomenolojisi
Husserl’in fenomenolojisi, bilinçli deneyimlerin içeriğini, yani nesnelerin öznelliğimizde nasıl “verildiğini” anlamaya yönelik sistematik bir araştırmadır. Husserl’e göre bilinç niyetlidir: düşünceler, algılar veya hayaller her daim bir şeye yönelir (o şeye ilişkin bir “noema” içerir). Örneğin, bir masa görürken masa bilinçte bir anlam taşıyan nesne konumundadır; bu yönelim (noesis) ve ona karşılık gelen anlamlı içerik (noema) analiz edilir. Husserl’in erken dönem eserlerinde (Mantıksal Soruşturmalar) “niyetlilik” terimi kullanılmışken, sonraki eserlerde özellikle Ideas I gibi metinlerde bilinçli eylemler “noesis”, onların yükünü taşıyan nesnel içerikler ise “noema” olarak adlandırılmıştır.
Fenomenolojide nesnelerin varlığı hakkında kuşkuya düşülür, nesneler “askıya alınır” (epoché). Böylece, dünya gerçeklik varsayımı geri plana atılarak yalnızca deneyimin yapısal içeriği üzerinde durulur. Husserl’in bu yöntemi, bilinç akışını oluşturan içsel (reel) imge ve izlenimler ile eylemler arasındaki ilişkileri ortaya koyar. Ona göre bilinç, “hyle” (ham veri) ve bu veriye biçim veren anlam anları içeren karmaşık bir yapıdır. Fenomenolojik indirgeme sonucunda, bilincin sürekli akışı içerisine nüfuz eden bu yapı çözülerek her bir deneyimin özsel unsurları belirginleşir.
Husserl ayrıca özbilim (eidetik) yöntemine dayanarak farklı örnekler üzerinde serbest varyasyonlar yaparak nesnelerin özünü tanımlamaya çalışır. Bu özsel sezgi yöntemiyle bir üçgenin örneğin kenarlarını değiştirerek hangi niteliklerin zorunlu olduğunu belirler: kenar sayısı, açılar vb. Böylece her bir cismin veya duruşun zorunlu (essansiyel) ve tesadüfi özellikleri ortaya çıkarılabilir. Bu yaklaşım, Husserl’in mantık, matematik ve bilim felsefesi ile klasik ontoloji arasında köprü kurmasına izin verir. Özetle, Husserl’in fenomenolojisi, bilincin nesneye dönüklüğü (niyetliliği) üzerinde durur, doğal tavır süzgecini askıya alır, ve bilinç deneyimlerinin yapılarını açığa çıkarmak üzere eylem/noema ilişkisini analiz eder.
Görü (İntüisyon) Teorisi
Husserl’in düşüncesinde sezgi (intuition) kavramı, nesnenin zihne doğrudan verilme biçimlerine işaret eder. Bu sezgi, klasik kavram dünyasının ötesinde var olan anlamların, bir tür “görünüş” yoluyla bilinçte açığa çıkışıdır. Husserl’e göre herhangi bir mantıksal olarak tutarlı anlamın, o anlamın yapı ve özünü yansıtacak uygun bir sezgiyle gerçekleştirilebilmesi mümkündür. Örneğin, soyut bir matematiksel teorem zihinde varsayımsal olarak kurulduğunda bile, bu teorem ancak belirli bir sezgi veya algısal durum üzerinden tam bir şekilde “gerçekleşir”. Husserl, bu durumu “tamamlanma koşulları” bağlamında açıklar: henüz tam olarak verilmemiş, yalnızca düşünülmüş bir nesne, bir dönüşüm veya algı yoluyla tam anlamıyla tecrübe edilmek üzere koşullandırılmıştır. Boş yere niyetlenmiş (henüz sezgiyle desteklenmemiş) bir düşünce örneğin kırmızı ve altın renkli bir gün batımı tasviri, ancak doğrudan ilgili bir algı yoluyla tamamlanabilir. Bu biçimde Husserl, mantıksal anlam ile sezgisel verilme arasında bir ilişki kurar: Her türlü kanaat, inanç veya düşünce, belli başlı “sezgi eylemleri” (algı, imgelem vb.) ile doğrulanıp zenginleştirilebilir.
Husserl sezgiyi yalnızca duyusal algılarla sınırlamaz. O, daha yüksek düzeyli tümdengelimsel ve yapısal sezgilere de işaret eder. Mesela categorial intuition (kategorik sezgi) terimi, bir bilinç durumunun bir durumu veya ilişkiyi kendini oluşturan parçalarından bağımsız olarak “oluşmuş bir gerçeklik” olarak kavraması durumunu tanımlar. Örneğin, bir geminin hem görüntüsünü hem de “bu geminin iki bacağe sahip olduğu” gibi daha karmaşık duruşları aynı anda bilince getiren durumlar Husserl’in kategorik sezgisinin örnekleridir. Kategorik sezgi, pasif bir algının ötesinde, olguları yapısal düzeyde kavramayı içerir. Böylelikle mantıksal yargıların temeli de sezgisel olarak açıklanmış olur: Bir yargıda bilinçli olarak ifade edilen durumların nesneler veya ilişkiler şeklinde algısal teşekkülü ya da imgelenmesi gerekir.
Husserl ayrıca sezginin “birlikçi” bir niteliğe sahip olduğunu vurgular. Yani bir deneyim veya düşünce tamamen nesnel bir tutarlılığı temsil ediyorsa, bu tutarlılık ancak tek bir, birleşik bir sezgi eylemiyle “yerine getirilebilir”. Ayrık ve çelişkili anlamlar, onları sezgi yoluyla zihne yüklenmek için tasarlanmış deneyimler aracılığıyla ayırt edilebilir. Örneğin, “bir cisim aynı anda hem tamamen yeşil hem de tamamen kırmızı olabilir” önermesi gözümüzde çelişkili bir içerik oluşturur; bu önermenin birbirini dışlayan renk halleri ancak farklı sezgilerle hayal edilerek çelişkisinin farkına varılır. Sonuç olarak Husserl’in görü teorisinde sezgi, bir düşüncenin veya kavramın tam anlamıyla açığa çıkmasını sağlayan epistemik koşuldur. Sezgisel gerçekleştirmenin yokluğunda, her düşünce veya inanış ancak boş (intuitive) halde kalır ve ancak onu tamamlayacak algı veya imgelemle gerçekten kanıtlı bir hale dönüşebilir.
Bu anlamda Husserl, fenomenolojinin epistemolojiye yaptığı katkılardan birini de oluşum analizi (constitution analysis) ile sunar. Oluşum analizi, karmaşık bilinç içeriğinin, daha temel sezgi eylemlerinin ardışık dayanımlarıyla nasıl inşa edildiğini açığa çıkarmaya çalışır. Örneğin bir bilgi yargısı, önce nesnenin mümkünlüğüne ilişkin bir sezgiyle tanışmayı gerektirir. Böylece bilinçte bir inancın kökeni, ona temel oluşturan algılar ve imgeler zincirinde aranır. Husserl’in fenomenolojisinde bu analiz, anlamın sezgilerle nasıl ilişkilendiğini ve bilinç içeriğinin yapılandığını gözler önüne serer.
Özetle, Husserl’in görü teorisi: (a) Özsel sezgi ile nesnelerin evrensel niteliklerine ulaşma imkanı; (b) her mantıksal içeriğin bir tamamlanma (fulfillment) koşulu olarak sezgiye ihtiyaç duyması; (c) daha yüksek düzeyde kategorik sezgi ile ilişkiler ve durumlar düzeyinde bilinç açılımları; ve (d) tüm bunların fenomenolojik yöntemin bütüncül yapısına entegrasyonu üzerine kuruludur. Bu bağlamda Husserl’in sezgi kavramı, düşüncenin nesnelerle doğrudan buluştuğu anlar olarak görülebilir.
Levinas’ın Yorumu
Emmanuel Levinas (1906–1995), Husserl’ün öğrencilerinden biri olarak Stuttgart’taki Husserl seminerlerine katılmış ve 1930’da “Husserl’in Fenomenolojisinde Sezgi Teorisi” adlı doktora tezini yayımlamıştır. Bu çalışma, İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde Fransızca yazılmış ilk uzun Husserl tanıtılarından biridir. Levinas’ın bu tezinde ön plana çıkan nokta, Husserl’ün sezgi kavramının felsefi bilgi edinmedeki rolüne dair ayrıntılı yorumudur. Levinas, her insan deneyiminin baştan sona anlamlı olduğunu ve her deneyimin fenomenolojik betimlemeye açık olduğunu vurgulamış, böylece Husserl’ün Ideas I ve Ideas II adlı eserlerinde işaret edilen temel görüşleri özetlemiştir. Onun tespiti şu yöndedir: “Her insan deneyimi, fenomenolojik betimlemeye açıktır; her deneyim başlangıcından itibaren bir anlam taşır ve niyetlilik (intentionality) biçiminde incelenebilir”. Bu bakış açısı, Husserl’ün transandantal ego merkezli fenomenolojisini, deneyimin öznel anlamlılığıyla birlikte gösterir.
Levinas’ın kritik eğilimleri ise özellikle Husserl’ün entelektüalist özleri kavrama çabası üzerine odaklanır. Levinas, Husserl’ün fenomenolojik metodunun temelini oluşturan “transandantal ego” kavramına saygı duysa da, onun tek yanlı öz araştırmalarını şüpheyle karşılamıştır. Onun gözünde Husserl, dünyadan kopuk bir bilinç arayışı içindedir; oysa Levinas, fenomenolojiyi daha “dünyevi” olana açma eğilimindedir. Bu doğrultuda Levinas, daha sonra Heidegger’e yönelmiş ve varoluşsal bir yaklaşımı benimsemiştir. Levinas’a göre Husserl, bilgiyi ve özü kavrayışı akılcı bir etkinlik olarak öne çıkarırken, insan deneyiminin ahlaki ve ötekiyle ilişkili boyutlarını geri planda bırakıyordu.
Levinas’ın bu erken dönem çalışması aynı zamanda etik felsefesi için hazırlayıcı bir zemindir. Levinas’ın felsefesi genel olarak ötekinin yüzü ve sorumluluğu üzerine odaklanır; bu perspektiften bakıldığında, Husserl’ün sezgi teorisine dair yorumları şunu ima eder: Bilinçte kendini veren her fenomen, aynı zamanda diğer birini düşünmeye/duymaya (sorumluluğa) götüren bir kapıdır. Levinas’ın yorumu, Husserl’ün sezgiyi salt bilişsel bir veri olarak görmenin ötesine geçerek, fenomenoloji metodunun ötekinin ardına düşürme kapasitesini de ima eder. Levinas, bu çalışmasında fenomenolojiyi etik öncelikli bir felsefeye doğru genişletmeye uğraşırken, aynı zamanda özneler-arası ilişkilerin önemine vurgu yapar.
Levinas’ın Husserl yorumu, sonraki yıllarda geliştirdiği etik metafiziğinin tohumlarını taşır. Hukuk, adalet, yüzleşme gibi kavramlar Levinas felsefesinde merkezde yer alırken, bu kavramlar Husserl’ün doğrudan çalışmalarında bulunmaz. Yine de Levinas, Husserl fenomenolojisini anlamadan “öteki” ile ilişkiye dair kendi kavramsallaştırmasını kuramayacağını düşünmüştür. Örneğin, Levinas daha sonraki eserlerinde Husserl’ün “almadığı” bir düzlem olarak yüzün dışarı/öteki’ye yönelişini etik bir sezgi biçiminde değerlendirir. Bu yaklaşım, Husserl’ün sezgiyi tanımlarken öznellik ve anlam üzerindeki vurgusunu bir adım ileri taşıyarak, sezginin aynı zamanda yaşamın ve insan ilişkilerinin etik temsili olduğunu da önermektedir.
Sonuç olarak Levinas, Husserl’ün sezgi teorisini hem derinlemesine anlayıp açıklamış hem de onun felsefi eksiklerini giderme çabasıyla diyalojik bir perspektife oturtmuştur. Levinas’a göre Husserl’ün fenomenolojisi insan deneyiminin anlam ve niyetlilik yapısını ortaya koyarken, Levinas bu yapıyı ötekine dönük sorumluluk ve aşkınlık kavramları üzerinden yeniden değerlendirir.
Tartışma
Husserl ile Levinas arasında görünen en temel fark, fenomenolojinin odak noktasıdır. Husserl nesnenin bilince nasıl verildiğini ve bu verilişin yapısal özelliklerini incelemeye çalışırken, Levinas deneyimi daha geniş bir bağlama, özellikle etik ve toplumsal boyuta taşır. Husserl’de sezgi, bilginin temeli ve bilincin evrenle bağlantı kurma aracı olarak görülür. Bilinen hiçbir nesne, onun sezgiye dayanmayan bir biçimde kavranamaz. Levinas ise bu kavrayışı bir adım öteye taşır; onun için her sezgi aslında bir başkasıyla yüzleşme durumuna açılan bir kapıdır. Başkasının “yüzü”, Levinas fenomenolojisinde (özellikle Totalite ve Sonsuzluk ve Sonrası) sezginin üstünde bir anlam taşır. Bu durum, Husserl’de eksik kalmış bir boyut olarak görülür.
Husserl’ün fenomenolojisi öznel deneyimi merkezine alırken, Levinas fenomenolojiden hareketle nesne-öznellik ilişkisinin ötesine, ötekine karşı öznelliğe değinmiştir. Mesela Husserl fenomenolojik indirgemede “öz”e ulaşmayı amaçlarken (nasıl bir cisim özü olarak üçgen), Levinas indirgeme sürecinde insanın temel durumunu çözümler: yalnızlık, sorumluluk, yabancılık gibi temaları gündeme getirir. Bu bağlamda, Levinas’ın yorumuna göre sezgi sadece kavrayışı değil, aynı zamanda sevgi ve ahlakı da içerir.
Tartışma açısından bir diğer nokta, fenomenolojide felsefenin bir önceliğinin ne olması gerektiğidir. Husserl, “bilgi kuramı” perspektifinden fenomenolojiye yaklaşırken, Levinas “etik ilk felsefedir” iddiasını savunmuştur. Bu bakımdan Levinas, Husserl’ün fenomenolojisine bir eleştiri yönelterek, onu etik boyuta duyarlı hale getirme çabasını sürdürür. Bu felsefi dönüşüm, Husserl’ün sezgi kavramının kapsamını da genişletir; artık sezgi yalnızca nesnelerle ilgili değil, aynı zamanda diğer insanla ilgili bir sezgi türü olarak da yorumlanır.
Elbette Husserl’ün fenomenolojisi, Levinas’ın ondan neşe alan tek kaynağıdır. İki düşünürün çalışması arasında karşılıklı bir diyalog gözlenir. Örneğin Levinas’ın Husserl eleştirisi, Husserl’i aşkla, eklemlerle değil sertçe reddetmek değildir; daha çok Husserl’ün çok zengin ama sınırlı perspektifini “başka bir bakışla” tamamlamaktır. Bu nedenle Levinas’ın yorumu, Husserl’ü tamamen reddetmekten uzak, ondan bir disiplin olarak faydalanıp sınırlarını genişletmeye yöneliktir. Buna rağmen, Levinas’ın kendi tezlerinde ve sonraki yazılarında (özellikle etikte) Husserl’den sapma görmek mümkündür. Bu sapmanın, Husserl’ün fenomenolojisinin kuralları içinde kalan bir genişleme mi yoksa tamamen yeni bir felsefe mi olduğu ise hâlâ felsefe literatüründe tartışılan bir konudur.
Sonuç
Bu çalışmada, Husserl’ün fenomenoloji yaklaşımı ve görü (intuition) teorisi ile Emmanuel Levinas’ın bunlara ilişkin yorumları incelenmiştir. Husserl, fenomenolojisini bilincin niyetliliği ve nesnenin verilişi üzerine temellendirerek her deneyimin yapısal analizini önermiştir.Ona göre bir deneyimin özünü, bilinci ilgilendiren nesnenin birinci elden verilme biçimlerini inceleyerek açığa çıkarabiliriz; bu da sezginin kavramsal olmayan bir doğrudanlıkla nesneleri anlama imkânı sağlamasıyla mümkündür.
Levinas ise Husserl’ün bu fenomenolojik geleneğini devralmış, özellikle “sezgi” temasını merkeze koyarak fenomenolojinin insan deneyimi ve niyetlilik kuramına ışık tutmuş. Bununla birlikte Levinas, Husserl’ün felsefesinin sınırlılıklarını öne çıkararak onu etik bir bakış açısıyla yorumlamıştır. Özellikle Husserl’ün özsel sezgi anlayışının ötesine geçip ötekiyle ilişkili bir sezgiyi, aşkınlığı ve sorumluluğu gündeme getirmiştir.
Sonuç olarak, Husserl’ün ve Levinas’ın fenomenoloji anlayışları, birbirini tamamlayan iki yörünge olarak düşünülebilir. Husserl bilinci nesnelere açılan bir araç olarak ele alırken, Levinas bu bilinci başka bir insanla karşılaşma anı olarak genişletir. İki düşünürün perspektifleri, birlikte değerlendirildiğinde fenomenolojiyi hem güçlü epistemolojik bir yöntem hem de derin etik içeriğe sahip bir felsefi yaklaşıma dönüştürür.
Kaynakça: Edmund Husserl’in düşüncesini ele alan Fenomenologi (Textos Filosòfics) gibi derlemeler ile Husserl ve Levinas üzerine yapılan akademik çalışmalar temel alınmıştır
Leave a Comment