Hector Macdonald’ın Hangi Doğru Kitabı Üzerine Akademik İnceleme


Hector Macdonald

Hangi Doğru – Nereden Baktığınız Gerçekliği Nasıl Şekillendiriyor, Doğru Bizi Nasıl Yanıltıyor?

Çeviri: Aslı Perker
Kapak Tasarımı: Gülay Tunç
Editör: Algan Sezgintüredi
Sayfa uygulama: Bahadır Erşık
Özellikler: 14 x 21 cm, 376 sayfa, karton kapak
Baskı: Şubat 2020 ISBN: 9786051981147


Hector Macdonald’ın Hangi Doğru Kitabı Üzerine Akademik İnceleme

Giriş: Kitabın temel sorusu ve Macdonald’ın yaklaşımı

Hector Macdonald, Truth: How the Many Sides to Every Story Shape Our Reality adlı kitabında temel olarak “doğru”nun salt tek ve değişmez bir gerçek olup olmadığı sorusunu tartışır. Macdonald’a göre doğru-yanlış ikiliğinden çıkıp her olgunun birden fazla hakikat boyutu olabileceğini anlamak gerekir. O, “Doğru mu yanlış mı? O kadar da basit değil. Çoğu konuda birden fazla doğru vardır” diyerek giriş yapar. Macdonald, siyaset, iş dünyası, medya ve gündelik hayattan çok sayıda vaka üzerinden gerçeklerin nasıl seçilip sunulduğunu, bilinçli veya bilinçsiz olarak nasıl çarpıtıldığını gösterir. Kitapta kullanılan yaklaşım pratiğe yöneliktir; yazar bir iletişim danışmanı olarak deneyimine dayanarak akıcı bir dille örnekler, anekdotlar ve sonuç kutucuklarıyla okuyucuyu bilgilendirir. Bu giriş bölümünde Macdonald’ın kitabının asıl sorusunun, “Gerçeğin bağlamsallığı ve bakış açısının gerçekliği nasıl şekillendirdiği” olduğunu vurgulayıp yazarın vaka temelli, anlatı odaklı üslubunu ortaya koyuyoruz.

Gerçeğin bağlamsallığı ve anlatının gücü: “birden fazla doğru” olgusu

Macdonald’ın en önemli vurgularından biri, her olay veya durum için tek bir mutlak gerçek olmadığıdır. Ona göre gerçekler “seçimliktir”; farklı bakış açıları farklı “doğrular” sunar. Kendi tanımıyla, “internetten bilgi yayılır ama aynı zamanda nefret de yayılır. Et sağlıklıdır ama çevreye zarar verir. Düşüncelerimizi aktarırken doğal olarak amacımıza en uygun doğruları seçeriz”. Bu bağlamsallık fikri, anlatının gücüyle de iç içedir. Macdonald’ın işaret ettiği gibi, hepimizin dünyayı algılaması aslında seçtiğimiz merceğe bağlıdır: “hemen her konuda birden fazla doğru var ve bizler dünyaya seçtiğimiz doğruların merceğinden bakıyoruz”. Örneğin bir çevreci, Amazon’un kitap satışına yaptığı yenilikleri dev kitapçıları yok eden bir “canavar” olarak tanımlarken; bir yazar Amazon’u eserini ulaştıran “dost” olarak görebilir. Her iki ifade de kendi bağlamında doğrudur; bunlar anlatının seçilmesiyle ortaya çıkar.

Modern çalışmalar da bu olguyu destekler. Hugo’da Farnam Street'teki bir yazıda Macdonald’ın, bizlere “dünyanın birçok yüzünü” gösterdiği; politikacıların, şirketlerin ve aktivistlerin farklı gerçekleri şekillendirdiği vurgulanır. Örneğin yazarın aktardığı bir kurumsal danışmanlık anekdotunda bir şirkete “Altın Fırsat” mı, yoksa “Yanmakta Olan Platform” mu hikayesi anlatılacağı sorulur. Her iki anlatı da şirketin dönüşümünü teşvik etmeyi amaçlar, fakat birincisi olumlu fırsatlardan, ikincisi aciliyet ve krizden dem vurur. Sonuçta her iki öykü de aynı gerçek olayı yansıtır; ama kurgu farklılığından dolayı çalışanlar üzerinde tamamen ayrı algılar yaratır. Bu örnek, bir gerçekliğin hangi yönünün vurgulanacağının algıyı ne denli etkileyebileceğini gösterir.

Bu bağlamsallık perspektifi, anlatının ikna gücünü de ön plana çıkarır. Kitlelere sunulan hikâyeler; ister eğitimde, ister siyasette, ister reklamda olsun, izleyicinin beklentilerine, inançlarına ve önceliklerine hitap ettiği ölçüde gerçekliği şekillendirir. Örneğin bir bilimsel konunun halka anlatımında karmaşık veriler yerine öyküsel bir dille basitleştirilmiş ana fikir verilmesi, insanların doğru bilgiyi öğrenmesine yardımcı olur. Ancak aynı yöntem siyasi propagandada kullanıldığında, gerçeğin çarpıtılması için de araç olabilir. Macdonald’ın ana mesajı budur: “anlatı” ve “doğru” birbirinden ayrılamaz. Yani gerçeğe tam olarak ulaşmak için anlattığımız veya dinlediğimiz hikâyelerin de sorgulanması gerekir. Bu yüzden kitabın bütününde “bir konunun birden fazla tarafı olabileceği” vurgusu sürekli tekrar edilir.

Etik anlatı ile manipülatif anlatı arasındaki sınırlar

Macdonald, gerçekleri manipüle edenlerle dürüst biçimde sunanları ayırt edebilmek için üç iletişimci tipini tanımlar: Savunucular (Advocates), yanlış bilgi yayanlar (Misinformers) ve yanıltıcılar (Misleaders). Savunucular, eldeki tüm geçerli gerçekleri dengeli seçip anlatarak yapıcı bir amaca hizmet etmeye çalışır. Örneğin salgın sırasında bir sağlık otoritesi, halkı korumak için sadece gerekli bilgileri basitleştirilmiş şekilde vererek hareket eder. Misinformers ise kasıtsızdır: bilgiyi eksik veya bağlamından kopararak aktardıkları için sonuçta yanlış bir algı yaratırlar. Yanıltıcılar ise en tehlikelisidir; tıpkı kötü niyetli reklamcılar veya propagandacılar gibi, gerçeği bilerek çarpıtır, “yalan söylemeden bile” insanları yanıltmayı başarabilirler.

Bu ayrım Macdonald’ın özümsediği düşüncenin temelidir. Ona göre “hepimiz bir çatışmanın yalnızca bir tarafını dinleyerek fikir edinir ve bu seçilmiş gerçeklerin gözlüğü ile dünyaya bakarız”. Etik anlatılar, bu durumun farkında olarak iyiyi amaçlarken; manipülatif anlatılar çıkarlarına göre gerçeği eğip büker. Örneğin Macdonald’ın verdiği çok alıntılanan bir örnekte, diş macunu reklamında “dünyadaki diş hekimlerinin %80’i Colgate tavsiye ediyor” ifadesi sunulmuştur. Bu doğru bir ifade gibi görünse de, gerçekte birçok diş hekimi birkaç markayı birden tavsiye etmektedir. Reklam bilinçli bir seçim yaparak bu rakamı saptırmıştır. Burada yalan yoktur; ancak bilgiyi bütünüyle değil, insan algısını yönlendirecek şekilde sunmak yanıltıcı olmuştur. Macdonald’a göre bu tür “seçilmiş doğruların” nasıl kullanıldığı, doğruluğun sınırlarını belirler.

Bazı eleştirmenler Macdonald’ın bu sınıflandırmasını beğenmiş, kitabı “kendisini gerçekliğin kaypaklığına nişan alan bir eser” olarak tanımlamışlardır. Öte yandan George Orwell’in dile getirdiği ünlü deyişe Macdonald farklı bir yorum getirir: Orwell’deki “Anlatılan doğru olsa bile dinleyenin anladığı yanlışsa bu en kötü yalandır” öne sürülür. Bu görüş, doğruların yanlış yönlendirme aracı olarak kullanılabileceğini vurgular (özellikle netalanda Orwell’in hakikat anlayışının “biz yalanla değil, doğrularla kandırılıyoruz” yönünde olduğunu belirtir). Sonuçta Macdonald, doğruluk ve etik arasındaki sınırı tartışırken, anlattığımız hikâyenin bizim tarafımızdan mı yoksa bir çıkar grubu tarafından mı seçildiğine bakmamız gerektiğini öğretir.

Kitaptaki 13 sebebin değerlendirmesi: Her bir faktör ve örnekleri

Macdonald kitabını girişin ardından dört ana bölümde topladığı toplam 13 “sebep” üzerine kurmuştur. OCLC kataloguna göre kitap şu bölümlerden oluşur: Kısmi Gerçekler (Partial Truths) altında Karmaşıklık, Tarih, Bağlam, Sayılar, Hikâye; Öznel Gerçekler (Subjective Truths) altında Ahlâk, Arzulanabilirlik, Maddi değer; Yapay Gerçekler (Artificial Truths) altında Tanımlar, Sosyal yapı, İsimler; Bilinmeyen Gerçekler (Unknown Truths) altında Öngörüler, İnançlar. Bu 13 başlık, gerçeği şekillendiren temel mekanizmaları temsil eder ve her biri kendi bağlamında değerlendirilmelidir. Aşağıda her bir sebep kısaca ele alınmakta ve örneklerle pekiştirilmektedir:

  1. Karmaşıklık (Complexity). Bir meselenin karmaşık olması, tek bir basit gerçeğe indirgenmesini zorlaştırır. Örneğin iklim değişikliği karmaşıklığı, bu konuda tek bir “doğru” söylemi geçersiz kılar: Karbon emisyonlarının azaltılması elzemdir, ama enerji üretimini tamamen durdurmak da pratik değildir. Karmaşık sistemlerde farklı uzmanlar farklı verilere odaklanır; her biri doğru olmakla birlikte bütünü yansıtmayabilir. Macdonald’ın da vurguladığı gibi, günümüzde altyapıdan ekonomiye birçok konu çok boyutlu olarak görülmeli, atlanan detaylara dikkat edilmelidir.

  2. Tarih (History). Geçmişin farklı yorumları, hakikat algısını değiştirebilir. Örneğin ABD Başkanı Richard Nixon genellikle Watergate skandalı ile anılır; oysa Nixon döneminde Çevre Koruma Ajansı kurulmuş ve tehlikedeki türleri koruyan yasalar çıkarılmıştırblinkist.com. Bu örnekte Nixon’un “karanlık” bir bölümünü öne çıkarmak, diğer ilerici icraatları gölgede bırakır. Benzer şekilde II. Dünya Savaşı döneminde Churchill’in övülürken, aynı dönemdeki sempatiyle karşılanan Nazi propagandasının geri planda kalması gibi durumlar da tarih açısından “seçilmiş gerçeklere” örnektir. Macdonald, tarihi anlatıların “kazananlar tarafından yazıldığını” hatırlatarak, kahramanlık kadar örtbas edilen detaylara da bakılmasını öğütler.

  3. Bağlam (Context). Bir olayın öncesi, sonuçları ve bağlı olduğu diğer gelişmeler, “gerçek”i etkiler. Kitapta örneği geçen George W. Bush’un mirası üzerinden düşünelim: Halk ağırlıklı olarak Irak işgaliyle hatırlarken, Bush’un Afrika’ya verdiği destek pek bilinmez. Oysa Bush, başkanlığı süresince Afrika’ya hiç bir Amerikan başkanının yapmadığı düzeyde mali yardım sağlamıştır. Bu örnek, tek bir konu (Irak) bağlamında Bush’u tanımanın, tüm gerçekliği görmeyi engelleyebileceğini gösterir. Aynı şekilde aynı bir olay telefon görüşmesinin içeriği, açıklayan kişinin niyeti, dinleyicinin önyargısı gibi bağlamsal faktörler sonucu radikal şekilde değiştirebilir. Macdonald, bir iddia duyduğumuzda her zaman “tam metni” aramamızı salık verir.

  4. Sayılar (Numbers). İstatistikler ve rakamlar manipülasyona çok açık araçlardır. Rakamlar bağlamdan koparılarak farklı bakış açıları desteklenebilir. Örneğin bir diş macunu reklamında “dünyadaki diş hekimlerinin %80’i Colgate tavsiye eder” denilebilir. Bu doğru bir anketten alıntı olsa da verilme biçimi yanıltıcıdır: Çoğu diş hekimi birkaç markayı birden önermektedir. Benzer biçimde, bazı ülkelerin “çocuk kaçırma oranları” yüksek gösterilerek bu ülkeler tehlikeli gibi lanse edilirken, Kanada ve Avustralya durumunda ebeveyn anlaşmazlıkları da kaçırma sayısına katılarak yanlış izlenim yaratılmıştır. Sayıların nasıl ölçülüp sunulduğu, hangi verilerin dahil edildiği kritik sonuçlar doğurur. Macdonald, sayısal verilere şüpheyle yaklaşmamızı ve istatistiklerin ardındaki tanımları sorgulamamızı önerir.

  5. Hikâye (Story). Olayların anlatım şekli, gerçeğin algısını bizzat biçimlendirir. Yukarıda “Altın Fırsat” ve “Yanmakta Olan Platform” örneğinde gördüğümüz gibi, aynı iş dönüşümü olayı, farklı hikâyelere dönüştürüldüğünde insanlar üzerinde farklı etki yaratır. Benzer şekilde medya ve propaganda, bir konuda belirli bir anlatıya odaklanarak toplumsal algıyı yönlendirir. The Coca-Cola Company’nin tarihsel örneğinde görüldüğü gibi, şirketi zor duruma sokan bir skandal (Coke’a bir sebep koyarak) resmi anlatıdan çıkarılarak tüketicinin gözünde temiz bir imaj korunmuştur. Bu bölümde Macdonald, her gün dinlediğimiz haber ve reklamların aslında kurgu içerdiğini, özünün seçilen anlatıdan ibaret olduğunu vurgular.

  6. Ahlâk (Morality). Evrensel ahlâkî değerler arayışı, kültürden kültüre değişebilir. Macdonald’ın dikkat çektiği klasik örneklerden biri, Antik Yunan metni Dissoi Logoi’deki farklı toplumların ahlâk anlayışıdır. Örneğin Keltler için bir cesedin kurban edilip tanrılara adanması kutsalsa da diğer toplumlar bunu canilik sayabilir. Bu gibi örnekler gösterir ki, bir davranış “ahlâken doğru” mudur sorusunun yanıtı toplumsal değerlere göre değişir. Günümüz dünyasında da benzer bir çok “ahlâki çatışma” yaşanır; bir kişi için insani olarak iyi görülen bir fiil, başka bir kültürde ya da zaman diliminde yanlış sayılabilir. Macdonald, ahlâki değerlendirmelerin öznel olabileceğini kabul ederek, bir öykünün etik tarafını anlamaya vurgu yapar.

  7. Arzulanabilirlik (Desirability). İnsanlar genellikle istediği şeyi gerçek kabul etme eğilimindedir. Bir fikrin veya bilginin cazibesi, onun doğruymuş gibi algılanmasında rol oynar. Uber üzerine Macdonald’ın yazdığı popüler makalede görüldüğü gibi, insanların şirkete karşı beslediği önyargılar (“Uber çok faydalı” veya “Uber işçilere zulmediyor”) şirketin değeri ve geleceğe bakışlarını doğrudan etkiler. Yani tüketiciler veya seçmenler, arzuyla dolu algılamalarına uygun gerçekleri seçerler. Reklamlarda da “ideal yaşam tarzı” vaadiyle sunulan bilgiler, insanların arzularına hitap ettiği için daha kolay benimsenir. Kitapta bu konuya dair somut bir örnek verilmemiş olsa da genel olarak “isteme boyutunun” gerçeklik algısında güçlü bir etkisi olduğu vurgulanır.

  8. Maddi Değer (Financial Value). Bir nesnenin veya şirketin parasal değeri, yine bir tür öznellik içerir. Macdonald’ın Uber yazısında değindiği üzere, bir startup’ın değeri sadece yatırımcıların verdiği rakamlara bağlı değildir. Örneğin Uber’in 2017’deki 68 milyar dolarlık değerlemesi, o yatırım turuna katılan fonların ödenmeye razı olduğu miktardan türetilmiştir. Ancak başka uzmanlar, şirketin hakiki kâr potansiyelini göz önüne alarak çok daha düşük bir değer biçmiştir. Bu, parasal gerçeklerin de bir “hikâye” ile sunulduğunu gösterir: Hangi varsayımlar kabul edilirse şirketin gerçek değeri o kadar farklı hesaplanır. Dolayısıyla maddi değer bir gerçeği ölçerken kullanılan kriterlerin (kâr, büyüme, pazar hakimiyeti vb.) seçimi önemlidir. Bu bölümde Macdonald, ekonomik değerlemelerin ardında yatan hesap yöntemlerini ve bu yöntemlerin nasıl farklı gerçekler ortaya çıkardığını tartışır.

  9. Tanımlar (Definitions). Bir kelimeye veya kavrama verdiğimiz anlam, o kavramla ilgili gerçeği şekillendirir. Örneğin modern siyasette “snowflake” kavramının zaman içinde gelişen anlamı Macdonald’ın ele aldığı hikâyelerden biridir. Eskiden sadece “nazikçe korunan şey” anlamında kullanılırken, günümüzde çoğunlukla “aşırı duyarlı ve kolay küsen kimse” olarak anılır. Bu değişim, aynı kelimenin tanımının sosyal kontekste nasıl manipüle edilebileceğini gösterir. Tanımlar aynı zamanda hukuki ve toplumsal tartışmalarda gerçeklerin esnetilmesine yol açar (örneğin “evet” anlamındaki evlilik tanımı veya belirli bir fiilin “terör” sayılması gibi). Macdonald’ın da dikkat çektiği gibi, bir kelime veya kavramın sınırlarını çizerken bilinçli tercihler yapılır; bu da gerçeği şekillendiren bir “anlatı katmanı” oluşturur.

  10. Sosyal Yapılar (Social Constructs). Para birimi, ulus, toplumsal cinsiyet gibi kavramlar tamamen kolektif anlaşmalara dayanır ve bu anlaşmalar değiştirilerek algıyı değiştirmek mümkündür. Örneğin “para”nın değeri sayısal bir ifade olmasına rağmen, kabaca bir toplumsal uzlaşmaya bağlı olarak oluşmuştur. Bitcoin örneğinde görüldüğü gibi, herkes kabul ederse değeri olan sanal bir “başka gerçek” yaratılabilir. Benzer şekilde belirli bir otoriteye bağlı olmayan hukukî terimlerin anlamı da bağlama göre farklı ülkelerde değişebilir. Bu bölümde Macdonald, sosyal yapıların “gerçeklik” üzerindeki rolünü inceler; gerçek adıyla anılan bazı örnekler olmasa da kavram olarak “her ne kadar maddi karşılığı yoksa da toplumda gerçek bir güç” olan yapılar tartışılır.

  11. İsimler (Names). Bir kuruma veya olaya verilen ad, o algının bir parçasıdır. Mesela bir şehir “trend bölge” veya “yüksek riskli bölge” olarak isimlendirildiğinde, halk o şehre farklı davranır. Markaların isimleri bile tüketici algısını yönlendirir (“Greenpeace” kelimesinin çağrıştırdığı ekoloji dostu hikâyesi gibi). Macdonald bu konuya birkaç kısa örnekle değinir: Bir ürünün ambalajındaki slogan veya bir politikanın adlandırılması, gerçeklikle ilgili seçilmiş anlatıya katkıda bulunur. İsimlendirmeler bazen gerçeği maskelemek için de kullanılır (örneğin coğrafi olarak hiçbir ilişki olmayan Pepsi-Cola’nın “Pepsi” adıyla bağlantı kurması gibi). Bu faktör literatürde de etiketlemeye karşılık gelen “frame” teorileriyle ilişkilidir.

  12. Öngörüler (Predictions). Geleceğe dair tahminler, henüz gerçekleşmemiş olsalar da bugünkü anlatıları şekillendirir. Hangi ekonomik büyüme rakamları veya seçim sonuçları beklenirse, insanlar bu “tahmini” gerçeğin bir parçası kabul ederek plan yapar. Örneğin pandemi sırasında istatistikler hızla değiştikçe geleceğe dair kesin konuşan liderlerin güvenilirliği tartışılmıştır. Macdonald kitapta geleceğe dair öngörülere doğrudan bir örnek vermese de, “bilinmeyen gerçekler” başlığı altında inanç ve öngörülerin insan davranışını nasıl etkilediğini irdeler. Genel olarak “gelecekteki sonuçlara inananlar”, bugün söylediklerini bir hakikat biçiminde sunar.*

  13. İnançlar (Beliefs). Kişisel veya toplumsal inançlar, çoğu zaman doğrulanamayan taahhütler içerir ve Macdonald bunları da birer “gerçeklik yaratıcısı” olarak görür. İnançlar somut kanıtlara dayanmayan kısımlarıyla sübjektiftir; dinî veya ideolojik inançlar bir topluluğa derinlikli bir gerçeklik algısı sunarken, başka bir gruba tamamen yabancı gelebilir. Örneğin bir olay, dini bir toplulukta mucize, bilimsel bakış açısında rastlantı olarak nitelenebilir. Modern Reformation dergisi yazarı Leslie Wicke, Macdonald’ın “inançlar” bölümünü özellikle eleştirerek, yazara göre bu alanın felsefi literatürde çokça işlendiğine işaret eder ancak Macdonald’ın bunlara derinlemesine girmediğini belirtir. Yine de, kitabın dinamik akışında inançlar da “sürekli tartışma konusu” olarak görünür; zira inancın doğrusu, bir diğer kişinin reddettiği bir yargı bile olabilir.

Her ne kadar yukarıdakilerden 10-13. sebepler için kitaptan doğrudan örnek alıntılar sınırlıysa da, Macdonald’ın şeması bu başlıklar altında örtük uygulamaları içerir. Bir bütün olarak bu 13 madde, yazarın “gerçeğin tek olmayışı” teorisini detaylandırdığı temel kavramsal eksenlerdir. Kitapta her bir başlıkla ilgili çok sayıda kısa örnek ve vaka çalışması yer alır; bazı durumlarda bu örnekler (karmaşıklık, bağlam, sayılar gibi) yukarıda alıntılanan metinlerden elde edilmiştir.

Medya, siyaset, reklamcılık ve bilimde anlatının biçimlendirilmesi

Kitapta yer verilen çok sayıda örnek, medya, siyaset, reklamcılık ve bilim alanındaki anlatı pratiklerine işaret eder. Farnam Street değerlendirmesi, Macdonald’ın “politika, iş dünyası, medya ve günlük yaşamdan” örnekler sunduğunu belirtir. Bununla uyumlu biçimde 20 Minute Books incelemesinde de “politikacıların, şirketlerin, aktivistlerin ve ulusların gerçekliğimizi şekillendirmek için anlatılar oluşturduğu” vurgulanmıştır. Örneğin siyasette, yönetim açıklamaları bilinçli olarak seçilen verilerle desteklenir: salgın rehberi sunan bir bakan, halkı panikleştirecek ayrıntılardan kaçınarak sadece gerekli önlemleri vurgular. Seçim kampanyalarında da adaylar kendi başarı hikâyelerini öne çıkarırken rakiplerin olumsuz yönlerini silik gösterir.

Medyada ise haber seçimleri anlatıyı belirler: Bir gazete editörü, haberde objektif kalır gibi görünürken bile çarpıcı başlıklarla okuyucunun o perspektifi benimsemesine neden olabilir. Kitapyurdu tanıtımında da vurgulandığı üzere, manşet yüzüyle doğruları evirip büken “gazeteciler” gerçeğin tercihli yönlerini sunarlar. Benzer biçimde, sosyal medya platformlarındaki algoritmalar kullanıcılara yalnızca önceden tercihlerine uygun içerikler göstererek her kişiye kendi “balonunu” yaratır. Bu durum, bireyin gerçeği subjektif bir filtreyle algılamasına yol açar.

Reklamcılıkta, anket ve grafikler gerçek anlamı saklayacak şekilde işlenir. Daha önce verdiğimiz diş macunu örneği gibi reklam kampanyaları, %80 gibi çarpıcı rakamlarla gerçeği kısmen sunarak algıyı yönetir. Ayrıca şirketler, ürünlerinin avantajlarını vurgulayan “hikâye”ler oluşturur. Coca-Cola’nın tarihi yeniden yazması buna bir örnektir: Şirket o dönemde litrelik cam şişeleriyle su dağıtırken su kaynaklarına karışmasıyla ilgili utanç verici bir olayı (buz dağıtma skandalı) hemen “unutturmuştur”. Bu tür stratejilerde dürüstlüktan çok tüketiciyi ikna eden narratif ön plana çıkar.

Bilimde bile anlatı faktörü rol oynar. Bir araştırma sonucu, sadece desteklenen hipotezi öne çıkaran bir çerçevede sunulursa, okuyucu farklı sonuçların da mümkün olduğunu fark edemeyebilir. Kitlelere yönelik popüler bilim kanallarında sık sık ihmal edilen noktalar çarpıtılarak öne çıkarılır. Bu eleştiri Macdonald’ın temel konularından biri olmasa da epistemolojik bölümde yer alacak olan “gerçek ve yorum” tartışmasına hazırlık yapar.

Genel olarak, Macdonald bu disiplinlerden çok sayıda vaka aktararak anlatının gücünü göstermeye çalışır. İncelenirken ortaya çıkan mesaj şudur: Önümüze gelen her bilimsel bilgi, haber haberi veya siyasi vaat, aslında belirli bir anlatı bağlamında anlaşılması gereken bir “seçilmiş gerçek”tir. Kitap, okuyucuya bu bağlamları sorgulamayı, daha geniş perspektifleri aramayı aşılamayı amaçlar.

Epistemolojik bir tartışma: Hakikat, bağlam ve yorum

Macdonald’ın çalışmalarını epistemolojik açıdan ele aldığımızda, kitabın daha çok pratik bir kılavuz sunduğu, felsefi kökenleri derinlemesine incelemediği görülür. Çalışmanın birçok bölümünde felsefi olarak “değer, ahlâk, isimlendirme, inanç” gibi konulara değinilir; ancak kitap, bu kavramların geleneksel tartışmalarına müdahil olmak yerine kendi vakalarıyla konuyu basitçe göstermeyi tercih eder. Yazar, “mutlak hakikat yoktur” sonucuna varmaktan kaçınırken, bu durumun nasıl çelişimsiz kalacağı sorusunu cevaplamaz. Modern Reformation dergisindeki incelemede belirtildiği üzere, Macdonald bu açıdan kendini “soft bir göreliliği savunuyormuş” gibi görmekten kaçındığını söyler; evet, “gerçekler vardır, ahlâki gerçekler vardır” der. Ancak “hangi gerçeklerin daha doğru olduğu” hususunda bir ölçüt sunmaz. Bu eleştiri, kitabın epistemolojik katmanında bir boşluk bırakır.

Buna rağmen Hangi Doğru’da ortaya konan temel epistemolojik vurgu açıktır: Çoklu gerçeklerden hiçbirini tamamen reddetmek yanlış olur. Gerçeği ararken farklı anlatılara göz atmalı ve yorum katmanının farkında olmalıyız. Blinkist özetinde bu durum, “gerçek daha çok çokluk hâlindedir” sözleriyle özetlenmiştir. Örneğin bir konuda sadece bir haber kaynağına güvenmek yerine birkaç farklı perspektiften bakmak, zihni körleştiren önyargıları kırmaya yardımcı olur. Ayrıca Macdonald, gerçek ve yanlış ayrımının ikili mantığa indirgenemeyeceğini, “hiçbir şeyin salt tek bir hikâyesi olmadığını” vurgular. Bu yönüyle kitap, bilgi felsefesi bağlamında “hakikat kavramının bağlamsallığını” ortaya koyan bir söylem sunar.

Epistemolojik olarak en can alıcı çıkarım ise şudur: Bilgi her zaman bir bakış açısıyla ilişkilidir. Macdonald, doğruları “araçsallaştırılabilecek tarafsız nesneler” olarak değil, insanların önceliklerine göre seçtiği etkili araçlar olarak görür. Bu duruş, modern epistemolojideki “kuramdan bağımsız kesin gerçekçilik” arayışına karşılık kuram arası etkileşimin önemini hatırlatır. Örneğin sosyal bilimlerde benzer bir kavram olarak metanaratiflerden bahsedilirken, Macdonald bunu günlük hayat örnekleriyle göz önüne serer. Kitap bu bağlamda, okuyucuya “gerçeği keşfetmenin metodolojisi” değil, “gerçeği nasıl algıladığımız” üzerine bir farkındalık kazandırmayı amaçlar.

Macdonald’ın dili, yöntemi ve anlatı stratejisi

Macdonald’ın yazım tarzı ve metodolojisi, akademik bir inceleme kitabından çok, iletişim danışmanlığı kökenli bir popüler kılavuzu andırır. Kitaba dair eleştirilerde, yazarın hikâye anlatıcısı kimliğinden sıkça söz edilir. Leslie Wicke gibi eleştirmenler, kitabın “iş insanları için hazırlanmış, her bölümü akıcı anekdotlarla dolu, okunmadan bile özetlenen bulguları içeren” bir yapı olduğunu belirtir. Gerçekten de her bölümün sonunda, “öğrenilen ders”leri özetleyen kutucuklar bulunur; bu da kitabı hızlı okumaya alışkın yöneticiler için erişilebilir kılar.

Dil açısından Macdonald’ın üslubu sade ve sürükleyicidir. Bir akademik çalışmanın aksine karmaşık jargon kullanmaz; tersine, gerçek hikâyelerle kavramları somutlaştırır. Kişisel bağlantısı olan vaka anlatıları (örneğin kendi danışmanlık deneyimi veya tanınmış tarihsel olaylar) ile kitap, öğretici olmayı eğlenceli bir hale getirir. Özetle, “hikâye odaklı bir anlatım stratejisi” benimsemiştir. Hikâye ile kavramı ilişkilendirme yöntemi, kitabın anlatısını güçlü kılar, ancak eleştirmenler bu stratejiyi bazen “yüzeysel” bulur. Çünkü olayların etkileyici anekdotlar üzerinden aktarımı, kompleks açıklamaların atlanmasına neden olabilir.

Dilbilgisel olarak kitap, akademik makale formatından uzak, daha çok popüler bilim tarzındadır. Bu, hedef kitlesinin geniş olmasıyla uyumludur: Macdonald kitabı “stratejik iletişimcilere, siyasi yorumculara ve medya tüketicilerine” hitap ederken, okuyucuların çoğunun akademik araştırmacı değil, pratikle ilgilenen kişiler olduğunu benimser. Ayrıca Türkçeye çevrilen versiyonda Aslı E. Perker çevirisiyle Macdonald’ın akıcı anlatımı korunmuştur.

Dil ve yöntem bakımından özetle şunu söyleyebiliriz: Macdonald, akademik bir dil yerine seçici örneklerle zenginleştirilmiş anlatıyı tercih eder. Bu, kitapta “gerçeğin çok yüzlü olması” temasını ilgi çekici hale getirir. Ancak bu strateji, bazen eleştirildiği gibi derinlemesine analitik tartışmadan ziyade “güzel hikâyeleri ikna edici kanıt” gibi gösterme riskini de taşır. Yine de kitap, bir bakıma “anlatı yoluyla öğretim” örneğidir ve bu niteliğiyle özellikle iletişim ve medya alanındaki uygulayıcılar için yol gösterici olabilir.

Günümüzde “doğru”nun yeniden tanımı: Sosyal medya, dezenformasyon ve post-truth çağında kitap ne söylüyor?

Hector Macdonald’ın eseri 2018’de yayımlanmış olsa da, meseleleri günümüzün “post-truth” dönemi ile doğrudan örtüşür. Kitapta sosyal medya veya teknolojinin detayı geçmese de, ana temalar popüler dezenformasyon çağının çok ötesine uzanır. Modern Reformation incelemesi, yazarın “bir yalanlar kitabı değil, hakikatlerle ilgili bir kitap” yazdığını vurgular; bu, bilgi akışının kontrolsüzlüğünün hüküm sürdüğü günümüzde çok anlamlıdır. İnternetin “nefret mi yaydığı, bilgi mi” sorusuna Macdonald’un yaklaşımı, sosyal medya ortamındaki kutuplaşmanın esas kaynağını yansıtır.

Post-truth çağı olarak nitelenen bu dönemde, halk tartışmalarını genellikle duygusal anlatılar belirler. Macdonald’ın çözümlediği vaka çalışmalarında (Bush’un mirası, reklamlardaki çarpıtılmış istatistikler gibi) görüldüğü üzere, bugün sosyal medyada hızla yayılan “seçilmiş gerçekler” aslında kitabın öngördüğü bir gelişmedir. Gizlilik ayarları ve filtre balonları, tıpkı Macdonald’ın anlattığı manipülatif aktörler gibi çalışır: İnsanları kendi görüşlerine uygun bilgiyle besleyerek doğru kavramını kişiselleştirir. Örneğin internet kökenli yanlış bilgiler (“fake news”) Macdonald’ın “yalan söylemeden kandırma” dediği olguyu somut hale getirmiştir. Kitabın bir özetinde belirtildiği üzere, “sahte haberler, kafa karıştıran istatistikler ve manipülatif reklamlar” çağında bile dürüstlük en iyi savunma hattımız olarak sunulur.

Dışarıda pek çok yeni örnek ortaya çıksa da, kitapta verilen ipuçları geçerliliğini korur. Gerçekleri teyit eden kurumların kuruluşundan (kitapta eklerde bahsedilir) tutun da, çıkar gruplarının dezenformasyon taktiklerine kadar, bugün karşılaştığımız durumların çoğu Macdonald’ın kullandığı kavramlarla açıklanabilir. Sosyal medya ve uluslararası internet ağları, doğruları hızla yaymak veya çarpıtmak için mükemmel platformlar sunmuştur. Bu bağlamda Macdonald’ın “seçilmiş doğruları tanımayı” öğreten yaklaşımı, okura günümüz post-truth ortamında eleştirel düşünme becerileri kazandırmayı hedefler. NetGalley’deki bir yorumda belirtildiği gibi, “sosyal medya ve partizan medya gerçeği çok daha öznel bir kavram haline getirmiştir”. Macdonald’ın kitabı doğrudan sosyal medyayı incelemezse de, bu gerçeğin söylemini anlamak ve manipülatif unsurları ayırt etmek için bir kılavuz niteliği taşır.

Özetle, Hangi Doğru bize şunu söyler: Günümüzde bilgi kirliliği arttıkça gerçeğe yaklaşımımızda keskin çizgiler yerine çoklu perspektiflerin farkına varmalıyız. Kitap, okuyucuyu tek bir kaynaktan çok çeşitli bilgi kaynaklarına yönlendirir. Bu açıdan, kitabın teması sosyal medya ve dezenformasyon çağındaki “hakikat” sorusuna yanıt arayan herkese yol göstericidir. Örneğin Blinkist özeti kitabı “gerçek dünyada cehalete karşı en iyi silah” olarak niteler. Ayrıca, modern eleştiriler kitabı kuramsal çıkarımdan çok uygulamalı ipuçları için başarılı bulmuş; The Economist benzeri kaynaklarda “kandırmacayı boşa çıkaracak bir zihin silahı” olarak tanıtılmıştır. Bu eleştiri ve övgüler, Macdonald’ın temel tezinin post-truth çağında önemini gösterir.

Sonuç: Kitabın akademik ve pratik katkısı

Hector Macdonald’ın Hangi Doğru kitabı, gerçeklik ve anlatı ilişkisini hem akademik hem de uygulamalı boyutlarıyla masaya yatırır. Akademik katkısı, gerçek kavramının bağlamsal bir olgu olduğu vurgusudur. Macdonald, tek bir mutlak hakikat arayışının yerine, gerçeklerin çeşitliliği üzerine düşünmeyi önerir. Bu yaklaşım, epistemoloji, siyaset bilim ve iletişim literatüründeki tartışmaları günlük hayat örnekleriyle zenginleştirmiştir. Öte yandan kitap, konuyu popüler bir dille anlattığı için eleştirmenler tarafından “hakikatin kaypaklığına nişan alan, zevkli” bir çalışma olarak değerlendirilmiştir. New York Times kitap için “MacDonald doğruyu anlamsal olarak sıyırıyor” derken, Washington Post “kesin doğruların ne kadar az olduğunu hatırlatıyor” demiştir.

Pratik katkısı ise okurlara yeni bir bakış açısı kazandırmasıdır. Özellikle medya okuryazarlığı, reklam eleştirisi ve iletişim eğitimi alanlarında Hangi Doğru kaynak gösterilebilir. Günümüz “fake news” kavramının tartışıldığı derslerde, Macdonald’ın aktardığı “savunucu/yanıltıcıları ayırma” kategorileri yol göstericidir. Kitabın sonunda yer alan “yanıltıcı doğrular kontrol listesi” ve “fact-checker (doğruluk denetleyici) kuruluşlar” ekleri de uygulamaya dönük öneriler sunar. Bu nedenle birçok eğitimci, kitaba öğrencilerine “yanıltıcı gerçeklerle mücadele” için referans olarak bakmaktadır.

Sonuç olarak, Hangi Doğru, kesinlik ve tarafsızlık arayışında katı bir gerçekçilik yerine eleştirel perspektif getirmektedir. Kitabın en önemli kazanımı, farklı bakışların varlığını kabul eden bir zihin yapısı kazandırmasıdır. Yakın tarih ve örneklerle zenginleştirilen anlatısı, bilgi toplumunda “gerçeği sorgulamak” üzerine etkili bir çağrıdır. Macdonald’ın bize mirası şudur: “Gerçeği bulmak, çarpıcı bir tekdüze cevaptan çok, birden fazla karşılaştırmalı anlatıyı değerlendirmekle mümkün olabilir”.


 


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.