Varoluşçular Kahvesi: Özgürlük, Varoluş ve Kayısı Kokteylleri – Kitap İncelemesi
Varoluşçular Kahvesi: Özgürlük, Varoluş ve Kayısı Kokteylleri
Çeviri: Emre Gözgü
Editör: Algan Sezgintüredi
Kapak İllüstrasyonu: Simone Massoni
Kapak ve Sayfa Uyarlama: Betül Güzhan
Özellikler: 15 x 22cm, 432 sayfa, karton kapak
Baskı Tarihi: Kasım 2017 ISBN: 9786051980195
Varoluşçular Kahvesi: Özgürlük, Varoluş ve Kayısı Kokteylleri – Kitap İncelemesi
Giriş: Varoluşçuluğun Felsefi Temelleri ve Bakewell’in Yaklaşımı
Varoluşçuluk, insana dair geleneksel şablonları aşarak “özden önce varoluş” ilkesini savunur: İnsan dünyaya belli bir öz (“essence”) ile doğmaz, kendi özünü seçimleriyle yaratır. Bu düşünce, Sartre’ın ünlü deyişiyle ifade edilmiştir. Varoluşçular, bireyin tüm sonuçlarıyla özgür ve sorumlu olduğunu, dışsal otoritelerin ya da önceden verilmiş niteliklerin insanı belirlemediğini vurgular. Örneğin Sartre’a göre insan “özgürdür ve yaptıklarından sorumludur”; Heidegger içinse varlık ancak “Dasein” (orada-bulunma) bağlamında anlam kazanır. Varoluşçuluğun temel temaları; özgürlük, kaygı (Kierkegaard’dan Heidegger’e “angst”), otantiklik (gerçek benliğe sadakat), “öteki” (Sartre’ın l’enfer, c’est les autres sözü veya Beauvoir’ın feminist analizindeki diğer) ve bireysel anlam arayışıdır. Uzun bir felsefi geleneğe (Kierkegaard, Nietzsche, Stoacılar vb.) dayanmasına rağmen, 19. ve 20. yüzyılın filozofları tarafından sistematikleştirilmiş ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrası Fransa’da belirgin bir hareket hâline gelmiştir.
Sarah Bakewell, Varoluşçular Kahvesi adlı eserinde, bu felsefi temelleri bireylerin anıları, sohbetleri ve yaşam kesitleri üzerinden yeniden yorumlamayı amaçlar. Bakewell kitaba, 1933’te Sartre, Beauvoir ve Aron’un Paris’te bir barda içtikleri kayısı kokteylleriyle başlar. Bu dönüm noktasında, Aron’un Sartre’a “bir fenomenologsan bu kokteyl üzerinden felsefe yapabilirsin!” demesi, Sartre ve Beauvoir için bir uyanış etkisi yaratır. Bakewell, bu anlatımı kullanarak varoluşçu düşüncenin tarihini “tutku dolu insan ilişkileri, zihinler ve fikirler ağı” içinde örer. Başlangıçta varoluşçuluğun felsefi sorularını (Nasıl yaşamalı? Neyi, niçin seçmeliyiz? gibi) irdeleyen Bakewell, kitabının merkezine bu soruları yerleştirir. Bu açıdan Bakewell’in yaklaşımı, geleneksel akademik incelemelerden farklıdır; o, olayları diyaloglar, anılar ve sembolik mekânlar üzerinden anlatır. Bu yöntem, kitabı “roman akıcılığında” bir hikâye tadında kılar. Aynı zamanda Bakewell, okuyucuya kendi nesnelliğini yansıtır; o da bir zamanlar “banliyö varoluşçusu” olduğunu itiraf eder ve anekdotlarıyla felsefeyi “hayatı olduğu gibi yansıtan” bir disiplin olarak sunar.
Kitabın Yapısı ve Anlatı Tarzı
Bakewell’in eseri, her bölümü belirli bir filozofun veya dönemin üzerine odaklayarak yapılandırılmıştır. Kitap, varoluşçuluğun öncüsü sayılan Kierkegaard ve Nietzsche’den başlayıp Heidegger ve Husserl gibi Alman düşünürlere, oradan da Sartre, Beauvoir, Camus, Jaspers ve Merleau-Ponty gibi Fransız varoluşçulara kadar uzanan bir kronolojiyi izler. Her bölüm bir biyografi anlatısı gibi akıcıdır: Bakewell, Fransız kafelerinden İkinci Dünya Savaşı Direnişi’ne, Boros Vian’ın caz kulüplerinden Sartre-Beauvoir’ın felsefi diyaloglarına uzanan geniş bir yelpazeyi birleştirir. Eserde felsefi açıklamalar, biyografik anekdotlar, tarihî olay betimlemeleri ve sosyokültürel analizler iç içe geçer. Bu derin içerik karışımı, “biyografik özelliklerin yanı sıra felsefe, tarih, sosyoloji, kültürel analiz gibi disiplinler ve yazarın espritüel düşünceleriyle de harmanlanmış akıcı bir serüven havası” taşıyan bir anlatı ortaya koyar.
Anlatım tarzı bakımından Bakewell’in dilinde espri ve sıcaklık vardır. İngiliz eleştirmen Andrew Hussey’ye göre, “Bakewell, varoluşçuluğun hikâyesini zeka ve nüktedanlıkla anlatıyor; genellikle saçma ve ukalâ addedilen bir disipline taze bir bakış sunuyor.”. Olayları, kahve fincanlarının başında geçen sohbetlerden, hepimizin tanıyabileceği bir genç kızın kendi varoluşçu kimliğini keşfetmesine kadar uzanan bir çerçevede resmeder. Örneğin, Bakewell kitabının bir bölümünde “17 yaşındaki banliyö varoluşçusu” genç benliğini anlatır. Bu kişisel anlatım, kitabın akademik bir tezden çok dinamik bir öykü kitabı havası taşımasına yol açar. Yapısal olarak akademik kaynaklara atıf yapsa da – yirmi sayfalık dipnotlarla geniş bir araştırma temelinde yazılmıştır – okunuşu İngilizce eleştirmenlere göre “ürünlü ve akıcı bir serüven”tir.
Özgürlük, Varoluş, Otantiklik, Başkası ve Kaygı Gibi Temel Konular
Varoluşçu felsefede temel kavramlar arasında özgürlük, kaygı (angst) ve otantiklik ön plandadır. Özgürlük, Sartre’ın vurguladığı gibi bireyin dünyaya herhangi bir önsel özü olmadan geldiği gerçeğinin sonucudur: İnsan, eylemleriyle kendini inşa eder ve bu nedenle “özgür ve yaptıklarından sorumludur”. Bu mutlak özgürlük anlayışı beraberinde “kötü niyet” (self-deception) problemini getirir; birey, özgürlüğünü inkâr ederek sosyal normlara bürünmeyi seçebilir. Buna karşılık otantiklik, bir kişinin kamuoyunun beklentilerinden koparak kendi değerlerine sadık kalması demektir. Yani otantik bir yaşam, bireyin toplumsal gelenekleri sorgulayarak kendi anlam projelerine göre yaşamasıyla ilgilidir.
Kaygı da varoluşçuluğun önemli bir kavramıdır. Sanal güvenlik duygusunun kaybını ve geleceğin belirsizliğini hissettirir. Kierkegaard’dan bu yana filozoflar, bireyin özgür seçiminin yol açtığı sorumluluk baskısını “korku” veya “kaygı” olarak tanımlar. Bu deneyim, Heidegger’in “dasein” analizinde bireyi sıradanlık zincirinden kopararak kendi varlığıyla hesaplaşmaya zorlayan bir duygu olarak görülür. Varoluşçulukta “varoluşun anlamsızlığı” da sıkça tartışılır: Nihilizm çağında insan anlam arayışına girmiştir. Bakewell de kitabında bu kavramları vurgular; Sartre’ın Bulantı romanındaki anlamsızlık ve Jean-Paul’ın dönemindeki varoluşsal kaygı, Simone Beauvoir’ın “kadın ötekiliği” gibi başlıca temalar anlatıya yedirilir. Örneğin Bakewell, eserdeki birçok filozof konuşmalarında ve yazılarında yeniden eden “kaygı, bulantı, özgünlük, özgürlük” kavramlarının evrenselliğine dikkat çeker. Bu temel kavramlar, Bakewell’in anlatısının çerçevesini oluşturur ve varoluşçuluğun felsefi özünü ortaya koyar.
Sartre, Beauvoir ve Merleau-Ponty’nin Düşünceleri
Bakewell, kitabının odak noktasına Sartre-Beauvoir çiftini yerleştirerek, bu iki düşünürün fikirlerini ve yaşamlarını birlikte ele alır. Sartre için “varoluş özden önce gelir” mottosu, bireyin kendi özünü eylemleriyle inşa edeceğini belirtir. Bakewell’e göre Sartre, Berlin’de Husserl okurken “insanın tanımlanabilecek sabit bir özü yoktur” sonucuna varmış ve bu nedenle insanın kendini sürekli yeniden kurması gerektiğini ileri sürmüştür. Bir başka deyişle Sartre, bireyleri “özgür ama sonuçlarıyla yalnız bırakılmış” olarak tanımlar; bu da kaygıyı ve radikal özgürlük sorumluluğunu beraberinde getirir. Bakewell aynı zamanda Sartre’ın entelektüel, siyasi ve edebi yaşamını detaylıca anlatır. Onun basit görünümlü dış dünyasının ardındaki derinlik, Beauvoir’la kurduğu açık ilişki ve yaşadığı dönemin politik mücadeleleri eşliğinde resmedilir.
Sartre’ın yanında, Simone de Beauvoir varoluşçu hareketin önemli bir parçasıdır. Beauvoir, özgürlüğü cinsiyet temelli eşitsizlik bağlamında irdelemiş ve İkinci Cins (1949) adlı eseriyle kadını “öteki” konumuna sokan toplumsal yapıları ortaya koymuştur. Bakewell, Beauvoir’un Sartre ile birlikte entelektüel bir aşk ilişkisi yaşadığını vurgular. İkili, tek eşlilik geleneğini reddetmiş, “ana aşkları”nı benimsediklerini açıkça belirtmişlerdir. Beauvoir’ın hayatının ve esinlerinin önemli bir örneği olarak İkinci Cins’in feminist harekete etkisi kitapta işlenir; bu eser yirminci yüzyılın en önemli feminist metinlerinden biri sayılır. Bakewell, Beauvoir’u Sartre’ın gölgesinden çıkardıkça, onun özgürlük ve otantiklik arayışına dair entelektüel katkılarını da analiz eder. Örneğin Beauvoir’ın “başkası” kavramı, kadının tanımlanış biçimini eleştirir ve insan ilişkilerinin toplumsal dinamiklerini sorgular. Bakewell, bu açıdan, Beauvoir’ın kendi öznelliğini ve politik bilinçlenmesini de Sartre’a paralel olarak sunar.
Maurice Merleau-Ponty ise Bakewell’in dönem boyunca ele aldığı diğer önemli bir filozoftur. Merleau-Ponty, varoluşçu akım içinde bedenin ve algının felsefesine öncelik veren düşünür olarak bilinir. O, nesnelerle fiziksel etkileşim yoluyla dünyayı anlamlandırmayı vurgulamış, böylece Descartesçı zihin-beden düalizmine karşı çıkmıştır. Başlangıçta Sartre ve Beauvoir’la yakın arkadaş olan Merleau-Ponty, Sovyetler Birliği’ne duyduğu eleştirel bakış açısıyla Sartre’dan ayrıldı. Bakewell’e göre Merleau-Ponty, kariyerine akademik bir filolog olarak yönelirken Sartre, onu politik “burjuvazisine teslim olmak”la suçlamıştır. Merleau-Ponty’nin beden fenomenolojisi ve perspektifçi yaklaşımı da kitapta açıklanır: Ona göre gerçeklik, tecrübe edilenin hayatla bütünleşik görünümleridir. Bakewell, Merleau-Ponty’nin özgürlüğü fiziksel dünyaya gömülü bir biçimde düşündüğünü, Sartre’ın daha çok mutlak bireyciliği savunduğunu göstererek iki filozofta oluşan ayrışmayı irdeler.
Heidegger’den Fransa’ya: Tarihsel-Felsefi Hat
Bakewell, varoluşçu hareketi tarihsel bir süreç olarak ele alır. Ona göre varoluşçu düşüncenin asıl özgünlüğü, Martin Heidegger’in fenomenoloji geleneğini Fransız düşünceyle sentezlemesindedir. 1930’lu yılların Almanya’sında, Husserl’in öğrencisi olan Heidegger, Varlık ve Zaman adlı eserinde “Dasein” kavramını geliştirerek varoluşu tümüyle farklı bir şekilde tanımladı. Heidegger’in “Dasein’ın ‘öz’ü onun varoluşudur” demesi, Sartre tarafından yıllar sonra “existence precedes essence” şeklinde popülerleştirilmiştir. Bakewell, kitabında bu aktarımı vurgular: Sartre, Berlin’de Husserl okuyup Heidegger’i tanıdıktan sonra, “sadece kendi kendimizi tanımlayabiliriz” sonucuna varmış ve “özgürlük” fikrini merkeze oturtmuştur. Böylece Fransız varoluşçuluğu, Heidegger’in ontolojisini Lübnan felsefesiyle, Türk aydınlanmasıyla değil aksine Fransa’nın edebiyat, siyaset ve sokaklarıyla buluşturdu. Bakewell’e göre, bu çevre yeni bir nihilizm biçimiyle geleneksel Fransız etik anlayışını kaynaştırdı; Sartre, Camus, Beauvoir gibi tanınmış yazar ve entelektüeller, edebiyatla siyaseti iç içe geçirerek varoluşçu soruları geniş kitlelere taşıdı.
Varoluşçuluğun Fransa’ya taşınması, sadece Heidegger’le sınırlı kalmadı. Alexandre Kojève’nin Hegel derslerinden gelen etkiler de Bakewell’in kitabında yer bulur. Örneğin, 1930’lar Paris’inde Kojève’den Hegel’in efendi-köle diyalektiğini dinlemek Sartre ve ekibinin felsefi ufkunu genişletmiştir. Bakewell, bu sürekliliği ortaya koymak için Sartre’ın birinci elden deneyimlerini; Berlin gezilerini, Kojève okur tarzını, Husserl’in fenomenolojisine dair ilk şaşkınlıklarını anlatır. Böylece okuyucu, Alman varoluş düşüncesinden Fransız yorumuna kadar uzanan köprüyü birinci ağızdan görür. Felsefi açıdan ise Bakewell, Heidegger ile Sartre arasında özdeş gibi görünen “varlık-öz” özdeyişinin aslında iki farklı ekolden geldiğine işaret eder: Heidegger Husserl’in öğretisiyle sorgularken, Sartre onu batılı bireycilikle harmanlamıştır.
Felsefenin Bireysel Deneyimle Kesişimi: Anılar, Sohbetler ve Mekânlar
Bakewell’in en dikkat çekici yönlerinden biri, kuramsal felsefeyi bireysel yaşantılarla iç içe sunmasıdır. Kitap, sadece Soyut düşünceleri değil, bu düşüncelerin insanların gerçek yaşamlarında nasıl tezahür ettiğini de anlatır. Örneğin yazar, kahvehane sohbetlerini, bar gecelerini, Paris kafelerindeki caz gecelerini betimler. 1933’te Bec-de-Gaz Barı’nda içilen kayısı kokteylleri, varoluşçu hareketin simgesi haline gelir; bu anı sayesinde Sartre ve Beauvoir’ın felsefi serüveni başlar. Bakewell bu sahneyi didaktik olmaktan uzak, renkli bir şekilde aktarır: “Bec-de-Gaz Cafe’nin barında … fenomenoloji sözcüğü büyülü bir tınıyla ikilinin zihninde yankılanır” diye yazar. Böylece ideolojik tarihin değil, “'kayısı kokteyli' içinde bulunan beklenmedik bir sözcük” etrafındaki kişisel tepkilerin öyküsü anlatılır.
Benzer şekilde, dönemin entelektüellerinin özel yaşamlarındaki çalkantılar da felsefi tartışmalarla paralel olarak sunulur. Bakewell, Sartre’ın Beauvoir’a açtığı kadın-erkek ilişkilerini, Merleau-Ponty ile çalıştığı Les Temps Modernes dergisindeki gerginlikleri anlatırken, bunların felsefi tercihleri nasıl etkilediğini gösterir. Yazara göre, felsefe ancak bu tür kişisel “anılar, sohbetler ve mekanlar” aracılığıyla anlaşılır hale gelir. Kitapta, Café de Flore gibi sembolik mekânlar sıkça anılır; felsefi tartışmaların sadece kütüphane değil, sokak kahvehanelerinde gerçekleştiği vurgulanır.
Bağımsız bir yorumcu olarak Bakewell, bu bireysel boyutu öne çıkarırken şunu belirtir: Eskiden filozofların hayat hikâyelerini ikinci plana alırdım, ama şimdi görüyorum ki insanlar fikirlerden daha ilgincidir. Bu sebeple Varoluşçular Kahvesi, felsefi dokümanlar kadar biyografik detaya da zengin bir kitaptır. Fransız yazar Boris Vian’ın gazinolardaki yaşamından, Sartre’ın savaştan sonraki Direniş macerasına; Simone Weil’in toplumsal mücadelelerinden Merleau-Ponty’nin ders notlarına kadar pek çok kişisel detay, felsefi izleklerle birlikte sunulur. Bu yöntem, okuyucuyu hem entelektüel hem de tarihi bağlamda içine çeken bir kurguyla felsefeyi “yaşayan bir şey” haline getirir.
Bakewell’in Felsefeyi Popülerleştirme Tarzı: Eleştiriler ve Övgüler
Bakewell’in çalışması, akademik çevrelerde de geniş yankı uyandırmıştır. Eleştirmenler genellikle onun anlatım tarzını över. İngiliz Guardian gazetesine göre Bakewell, varoluşçu felsefenin “ukalalık ve saçmalıkla” anıldığı imajını kırarak ona zeka ve nükteyle yeni bir soluk kazandırır. Bakewell’in dili hafif, mizah dolu ve didaktik unsurlar bakımından zengindir; örneğin genç bir kadının gözünden “varoluşçu akım” anlatılırken okuyucu sıkılmaz. Bakewell, fenomenolojinin karmaşık problemlerini bile net ve özlü biçimde özetler; bir Guardian yazarı onun felsefeyi “eserine hayat veren bir öğretmen edasıyla anlattığını” belirtir. Gerçekten de kitabın birçok okuyucusu, Bakewell’in kavramları sadeleştirip akıcı bir hikâye haline getirerek geniş kitlelere ulaştığını söyler. Richard Golsan, Los Angeles Review of Books’daki incelemesinde eseri “erişilebilir ve çok okunur bir anlatı” olarak değerlendirir. Bakewell’in yaptığını “varoluşçuluk hafifletilmiş versiyonu” olarak nitelendirmek ancak yarı haklıdır; çünkü o hem entelektüel tarih bilgisi, hem de kişisel anekdotlar sunarak olaya derinlik katar.
Bununla birlikte bazı eleştiriler de mevcuttur. Eleştirmenler, Bakewell’in çokça biyografik detaya yönelmesini sorgular. Türkçe bir incelemeye göre, kitapta filozofların özel hayatlarına fazla yer verilmesi bazen ana temadan uzaklaşmaya neden olabiliyor. Gerçekten de yaklaşık 450 sayfalık metin, zaman zaman felsefi kavramlardan çok karakter anekdotlarını takip ettiriyor. Başka bir eleştiri de, zaman zaman “aşırı kapsamlılığı”dır: Golsan’a göre Bakewell, popüler edebiyat ve sinema örnekleriyle varoluşçu etkileri irdelerken okuyucuyu yorabilir. Örneğin kitabın geç bölümlerinde, Amerikan “karşı kültür”ünü ve İngiliz yazar Colin Wilson’ın başarısını detaylıca anlatarak ana eksenden biraz uzaklaşır. Kısacası, Bakewell’in tarzı övgüyle karşılanmış olsa da, akademisyenler onun daha az “hikâye kitabı” gibi, daha analitik bir inceleme bekleyebilirdi.
Günümüzde Varoluşçuluğun Yeniden Doğuşu: Pandemi, Bireycilik ve Kimlik Krizleri Bağlamında
Bakewell’in kitabı, varoluşçuluğun günümüz bağlamına nasıl uyarlandığını da düşündürür. Özellikle son yıllarda yaşanan küresel krizler – COVID-19 pandemisi, toplumsal kutuplaşma, kimlik arayışları – insanların varoluşsal sorgulamalarını arttırdı. Son dönemde, dünya çapında “varoluşçu dönüş” yaşandığına dair gözlemler var. Birçok okur, Albert Camus’un Veba romanını, Heidegger’in ölüm kavramına dair tezlerini ve Sartre/Beauvoir’ın “kötü niyet” eleştirisini pandemi günlerinde yeniden okumaya başladı. Yapılan analizlere göre, bu şaşırtıcı değildir; zira varoluşçuluk, tarihsel olarak belirsizlik ve kriz zamanlarında güç kazanan bir düşünce akımıdır. 1940’larda savaş ve işgaller, Sartre ve Beauvoir’ı varoluşçu felsefeyi somut acılar üzerinden inşa etmeye yöneltmişti. Günümüzde de benzer bir durum yaşanmaktadır: Toplumsal belirsizlik, otorite kaybı, kimlik aidiyeti sorguları, bireyleri kendi anlamlarını yeniden tanımlamaya sevk eder.
Özellikle bireycilik ve kimlik krizleri bağlamında varoluşçu sorgulamalar ön plana çıkar. İnsanlar, sınıf, din veya etnik kimlik etiketleriyle kendilerini tanımlamanın sınırlayıcı olduğunu fark ederken, varoluşçuluk bireyin kendi özünü “deneyim” yoluyla yaratabileceğini hatırlatır. Boston Review’da yayımlanan bir makalede belirtildiği gibi, günümüzde yaşanan korku ve belirsizlik ortamında, varoluşçuların insanın kırılganlığına dikkat çeken fikirleri yeniden önem kazanıyor. Marxist ve toplumsal kategoriler bazen “kontrol illüzyonu” sağlasa da varoluşçu perspektife göre bu tanımlamalar nihayetinde eksiktir; çünkü özgür birey, tüm bu belirleyicilerin ötesine geçebilen yetiye sahiptir. Nitekim Sartre’ın “başka bir dünya, başka türlü bir düzen” özlemi, bugün de özgürlük arayışını simgeliyor. Pandemi deneyimi de Heidegger’in yaşama-dokunuşu, Camus’un isyanı, Pascal’ın ölümün kaçınılmazlığı gibi varoluşçu temaları yeniden gündeme taşıdı.
Diğer yandan, siyasal ve toplumsal düzeyde de varoluşçu sorular sorulmaktadır. Belirsizlik, bazıları tarafından otoriter liderlere teslimiyet veya komplo teorilerinin artışı şeklinde yanıtlanırken; varoluşçuluk belki de bize şunu söyler: Kişisel sorumluluğu reddetmek değil, belirsizlikle yüzleşmek gerekiyor. Her halükârda, Bakewell’in kitabının da altını çizdiği gibi, “Nasıl yaşamalıyız? Nasıl özgür olabiliriz? Nasıl otantik bir insan oluruz?” soruları 21. yüzyılda bile geçerliliğini korumaktadır. Yani felsefenin bireysel deneyimle ilişkisini vurgulayan varoluşçu perspektif, günümüzün kimlik ve özgürlük arayışlarında yeniden canlanmıştır.
Sonuç: Kitabın Varoluşçu Felsefeye Katkısı ve Akademik Değerlendirme
Sarah Bakewell’in Varoluşçular Kahvesi, varoluşçu felsefeyi tarihî ve biyografik bir bakışla yeniden günümüze taşımayı başarmıştır. Kitap, geniş bir dönemi birleştirerek Fransız varoluşçuluğunun temel figürlerini ve fikirlerini kapsamlı bir biçimde sunar. İncelenen kaynaklar ve eleştiriler ışığında söyleyebiliriz ki, Bakewell’in çalışması erişilebilir ve okuru içine çeken bir sentez niteliğindedir. Bir eleştiride belirtildiği gibi, bu eser tam anlamıyla “varoluşçuluk dersi” değil; ama entelektüel başarısı, öyküsel bir anlatı içinde insanları felsefeyle tanıştırabilmesidir. Bunun sonucunda çeşitli okuyucu kitleleri arasında büyük ilgi uyandırmış, Türkçe ve İngilizce pek çok incelemede övgüyle karşılanmıştır.
Akademik açıdan bakıldığında, Bakewell’in kitabı birincil kaynaklara dayalı derin bir analiz sunmaktan çok, varoluşçuluğun özünü popüler bir dille özetleyen bir giriş düzeyinde referanstır. Bu nedenle bazı eleştirmenler, kitabın daha çok “giriş niteliğinde” olduğunu ve fazla biyografik detay içerdiğini not eder. Öte yandan, onun tarihsel aktarımındaki titizlik ve geniş okumaları, varoluşçu düşünceye yeni meraklılar kazandırmıştır. Bakewell, varoluşçu filozofları sadece “kahve içerek sohbet eden kültür simgeleri” olmaktan çıkarıp, fikirlerinin oluşum sürecini gösteren karakterler olarak sunar. Bu yaklaşım, kitapta işlenen “anılar, sohbetler ve mekanlar” ekseninde felsefeyi somutlaştırmıştır.
Sonuç olarak Varoluşçular Kahvesi, varoluşçu felsefenin karmaşık fikirlerini insan hikâyeleriyle birleştirerek okura sunar. Bu yönüyle kitap, varoluşçuluğun anlayışını genişletip güncel bağlamda anlamlandırmaya katkıda bulunur. Akademik literatürde birincil kaynak yerine ikincil bir derleme olarak nitelendirilse de, felsefeyi popülerleştirme amacı ve titiz anlatımı sayesinde önemli bir köprü görevi görür. Kaynaklara dayalı derin analiz bekleyen bir yüksek lisans tezi değil belki; ancak felsefe öğrencisi ve araştırmacılara varoluşçuluğun panoramasını kavramada ve yeni sorular üretmede değerli bir zemin sunar. Gelecekte yapılacak çalışmalarda Bakewell’in bu geniş çerçeveye ek olarak belirli varoluşçu kavramların daha derinlemesine incelenmesi faydalı olabilir.
Kaynakça:
- Sarah Bakewell, At the Existentialist Café: Freedom, Being, and Apricot Cocktails (Özgürlük, Varlık ve Kayısı Kokteylleri)
- Ahmet İlhan, “Varoluşçular Kahvesi, Kayısı Kokteyli ve Felsefenin Krizi” (Birikim, 2023);
- Stanford Felsefe Ansiklopedisi “Existentialism”,
- “Merleau-Ponty”, “Beauvoir”;
- The Guardian review (Andrew Hussey, 2016);
- Los Angeles Review of Books (Richard Golsan, 2016);
- Caner Tiryaki, FoodLifeCulture blog (2018);
- Carmen Lea Dege, “2020’s Existentialist Turn” (Boston Review, 2020).
Leave a Comment