Milliyetçilik ve Modernite: Liah Greenfeld’in Beş Yol Modeli Üzerine Akademik İnceleme


 

Kitabın Adı:
Milliyetçilik Moderniteye Giden 5 Yol  
Yazar             :
Liah Greenfeld

Çevirmen:
Sayfa:
745 
Cilt:
Ciltsiz 
Boyut:
13,5 X 21 
Son Baskı:
09 Mart, 2017 
İlk Baskı:
09 Mart, 2017 
Barkod:
9786051714684 
Kapak Tsr.:
Kapak Türü:
Karton 
Yayın Dili:
Türkçe 
 
 
Orijinal Dili:
İngilizce 
Orijinal Adı:
Nationalism: Five Roads to Modernity  



Milliyetçilik ve Modernite: Liah Greenfeld’in Beş Yol Modeli Üzerine Akademik İnceleme

Liah Greenfeld’in Milliyetçilik: Moderniteye Giden 5 Yol Üzerine İnceleme

Giriş. Liah Greenfeld milliyetçiliği, “ulusal kimlik, bilinç ve kolektiviteleri bir araya getiren bir hareket ve zihin hâli” olarak tanımlar ve onun eski düzeni modernliğe dönüştüren dinamik bir güç olduğunu vurgular. Yeşilfeld’e göre milliyetçilik modernleşmenin pasif sonucu değil, tam tersine onun itici gücüdür; milliyetçilik özgürlük, eşitlik, bireysel haklar gibi modern değerlere dayanan yeni toplumsal düzeni yaratmış, ulus-devleti kurmuş ve geleneksel sınıfsal/dinsel yapıları dönüştürmüştür. Bu bağlamda Moderniteye Giden 5 Yol, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve ABD’de milliyetçiliğin yükselişini toplumsal tarih ve sosyolojik analiz ışığında inceler. Yazıda önce Greenfeld’in kuramsal çerçevesi sunulacak; ardından her ülkedeki milliyetçilik-yol modernleşme ilişkisi, medeni (sivil) ve etnik milliyetçilik ayrımı ile kimlik-kültür-egemenlik etkileri ele alınacak; son olarak Anderson, Gellner, Hobsbawm gibi kuramcılarla karşılaştırılacak; sonuçta Greenfeld’in özgün katkıları özetlenecektir.

Kuramsal Çerçeve

Yeşilfeld’e göre milliyetçilik, bireylerin benlik algısını biçimleyen ve onları kendisinden büyük bir hayali topluluğa (ulus) dâhil eden güçlü bir simgesel yapı ve inanç sistemidir. Modern uluslar, üyelerinin birbirini tanımadığı, ama kendilerini kader birliği yapmış bir topluluk olarak “hayal ettikleri” topluluklardır. Greenfeld milliyetçiliğin tanımında idealizm yanlısıdır; o milliyetçiliği bir zihniyet olarak ele alır ve ulusal kimliğin tarihsel süreçte devlet ve diğer kurumların oluşumundan önce ortaya çıktığını ileri sürer. Bu nedenle milliyetçiliği salt ekonomik veya politik yapıların bir ürünü gören geleneksel Marksist ya da fonksiyonalist yaklaşımların aksine, milliyetçilik fikrinin modernliği “yapılandırdığı”na dikkat çeker. Nitekim Greenfeld “milliyetçilik her şeyden önce fikirlerin zorunlu bir önkoşuludur; ulusların ortaya çıkışı aslında bu fikirlerin bir sonucudur” der.

Greenfeld’de sivil (medenî) ve etnik milliyetçilik ayrımı da önemlidir. O, etnik milliyetçiliği öne çıkaran toplumlarda her etnik azınlığı bir “milliyet” olarak tanımlayan bir zihniyet olduğunu belirtirken; sivil milliyetçiliklerde etnisitenin bir ideoloji olarak sunulduğunu ancak adının “etnik kimlik” kavramıyla anıldığını vurgular. “Etnik kimliğin tahsili, sivil uluslarda etnik milliyetçiliğin aldığı biçimdir; etnisite ise bu uluslarda etnik milliyetçiliğin adıdır” diyerek, etnik ve sivil sınırının aslında örtüştüğünü öne sürer. Örneğin, ideolojik ulus anlayışında (ABD, Fransa gibi) etnik bağlar pasif kalabilir ama ulusal kimlik inşa edilirken ortak dil ve kültür araçsallaştırılır; etnik ulus anlayışında (Almanya, Rusya) ise ortak soy ve tarih ön plana çıkar. Ayrıca Yeşilfeld’e göre ulus üyelerinin çoğunluğunu oluşturan egemen grup, milliyetçilikten en çok etkilenen gruptur: ulusal ideoloji, bu grubun dünya görüşünü ve çıkarlarını hiyerarşik kabul ettirir.

Milliyetçiliğin kimlik üzerindeki etkisi, Greenfeld’in analizlerinde merkezi bir yer tutar. Ona göre milliyetçilik, “bir kimlik çeşidi” konumundadır ve kişinin kendini tanımladığı en genel kimlik haline gelir. Din veya sınıf gibi eski genel kimlikler geride bırakılırken, ulusal kimlik en güçlü kimlik halini alır; bireyler kendilerini “Ulus’a bağlı vatandaşlar” olarak görmeye başlar. Bu süreçte ulusun sınırları, ulusal semboller, dil, eğitim sistemi ve ortak tarihin anlatısı gibi kültürel unsurlar pekiştirilir. Hobsbawm’ın belirttiği gibi, milliyetçi ideoloji yeni “icat edilen gelenekler” yoluyla toplumsal bağlılık ve kurumların meşruiyetini güçlendirir. Milliyetçilik aynı zamanda egemenlik anlayışını da dönüştürür: Anderson’ın altını çizdiği gibi, ulus modern dünyada “sınırlı ve egemen” bir topluluk olarak kurgulanır. Bu yeni egemenlik anlayışı, monarşinin veya imparatorluğun yerini millî irade ve anayasal yurttaşa bırakır. Sonuç olarak, Greenfeld’e göre milliyetçilik toplumsal yapı, kültür ve bireysel psikoloji arasında dinamik bir etkileşim kurar; milliyetçi fikirler, mevcut yapıları dönüştürürken aynı zamanda onlardan beslenir.

İngiltere

Greenfeld’e göre modern milliyetçilik kurgusunun ilk ateşleyici sinyali İngiltere’de verilmiştir. İdealist perspektiften bakarak «Tanrı’nın İlk Doğanı: İngiltere» başlıklı bölümünde Greenfeld, İngiliz milliyetçiliğinin Protestan Reformu ile şekillendiğini ortaya koyar. Bu dönemde İngiliz aydınları, kendilerini Tanrı’nın seçtiği millet olarak tanımlamış, “İngiliz olmak, gerçek bir Hristiyan olmak demek” telakkisiyle ulusal kimliği dinî kimlikle özdeşleştirmişlerdir. Greenfeld, John Foxe gibi düşünürlerin eserlerini (örneğin Tanıkların Eserleri) vurgular; bu metinlerde İngiltere, “Tanrı’yla ahit yapmış” ve İrlanda, İspanya gibi Katolik gücünün aksine “gerçek dine sadık kalmış” bir millet olarak resmedilmiştir. Burada milliyetçilik, dini meşruiyeti ulusal aidiyetle birleştiren bir ideolojik model oluşturmuştur. İngiliz milliyetçiliği, kraliyetle kilise arasında işbirliğine dayalı bir ulus anlayışıdır; Protestanlık ulusun “öz” kimliğini belirlerken Katolikler arada (resmen dışlayıcı bir söylem tesis etmeden) marjinalize edilmiştir.

Bu dönemde aynı zamanda İngiltere’de bilimsel ve entelektüel atılımlar da yaşanmıştır. Greenfeld, “Deneysel Bilginin Diyarı” altbaşlığıyla İngiliz milliyetçiliği ile bilim arasındaki simbiyotik ilişkiyi vurgular. Türkçede Newton ve Bacon gibi bilim insanlarının ortaya çıkışıyla eş zamanlı olarak, İngiliz toplumunda bilgi arayışı ve rasyonel düşünce millî başarı hikâyelerine entegre edilmiştir. Sonuçta İngiliz milliyetçiliği, eski feodal ve Katolik yapıya dayanırken Anglo-Protestan etik ve deneysel bilimi sahiplenen sivil bir karakter kazanır. Modernleşme bu bağlamda yavaş ve kademeli olmuştur: İngiltere yeni geleneksel kurumlarını (parlamento, vakıf üniversiteler vb.) dönüştürürken sanayide ve sömürgecilikte dünya lideri konumuna gelir. İngiliz milliyetçiliği, evrenselci liberal değerleri (ki Greenfeld bunları İngiliz ve Amerikan ulusunun karakteristiği olarak görür) desteklemiş, bunların kurumsallaşmasını sağlamıştır.

Fransa

Fransız milliyetçiliği, Yeşilfeld’e göre monarşik ve dinî kimlikten devrimci yurttaş kimliğine radikal bir geçiş öyküsüdür. “Fransa’nın Üç Kimliği” bölümünde Greenfeld, Eski Rejim altında Fransızların geçmişte kilise, krallık ve bölgesel bağlılıklar etrafında şekillendiğini anlatır. Ancak 1789 Devrimi, ulusun tanrısallığını öne çıkaran yeni bir ideoloji geliştirmiştir (Nation – L’Être suprême geleneği gibi). Fransa’da monarşi ve feodal ayrılıklar hızla törpülenir; milliyetçilik kavramı tam anlamıyla vatandaşlık temelinde yeniden tanımlanır. Yeşilfeld, burjuvazi ve küçük mülk sahibi sınıfların bu uluslaşma sürecinde öncü rol oynadığını; aristokrasinin çöküşünün millî kimliğin homojenleşmesini sağladığını vurgular. Ulus-sübjektif bir kimlik haline gelmiştir: Fransa devrimci yurttaşın özgürlük, eşitlik, kardeşlik idealleri etrafında kendini örgütleyen sivil bir ulus haline gelir. Greenfeld “Fransa’da ulusun doğuşu” diye bahsettiği bu süreçte ulusal kültür; tarih dersleri, ulusal marş (Marsilya Marşı) ve dil standardizasyonu gibi araçlarla güçlendirilir. Böylece klasik hiyerarşik düzen ortadan kaldırılarak, meşruiyetin kaynağı “milletin iradesi” olarak yeniden tanımlanır. Fransa örneğinde milliyetçilik, halk egemenliğini kurumsallaştırmış ve kıta Avrupa’sında ulus-devlet modelini yaymıştır.

Almanya

Yeşilfeld’in “Sonsuz Özlemin Nihai Çözümü: Almanya” bölümüne göre Almanya’nın yolu diğerlerinden ayrıdır. 19. yüzyıl öncesi Almanya, dil birliği olsa da siyasi parçalanmışlığın hâkim olduğu bir coğrafyadır. Alman milliyetçiliği esas olarak etnik-kültürel bir kimlik arayışıdır. Goethe, Fichte, Hegel gibi düşünürlerle Romantik kültür akımlarının etkisiyle Almanlar, ortak dil ve mitoloji vurgusu geliştirirler. Yeşilfeld, Almanya’da milliyetçiliğin duygu ve ressentiment (içerleyici öfke) ile beslendiğine dikkat çeker. Örneğin Napolyon savaşları sonrasında Prusya-Almanya’da yayılan “Almanlık” bilinci, Fransız işgaline duyulan tepkiyle şekillenir. Bu dönemde milliyetçilik, aristokrasinin değişimsizliğine karşı direnen yeni orta sınıf (bildungsbürgertum) arasında yaygınlaşır. Greenfeld, Romantizmi modern siyasi ideolojilerin (marxizm, sosyalizm, milliyetçilik) kaynağı olarak görür; Almanya’da ulus bilinci matematiksel değil mistik bir temelde inşa edilir. Uzun vadede bu etnik anlayış, 1871’de Almanya’nın birleşmesine zemin hazırlar. Sonuçta Alman milliyetçiliği, kültürel üstünlük ve soy bağlarını ulusal birleştirici olarak kullanmış, Prusya krallığı tarafından hükümet eliyle örgütlenmiştir. Bu model, 20. yüzyıl boyunca da Almanya’da hem uluslaşmanın hem aşırı milliyetçi hareketlerin temelini oluşturur.

Rusya

Rus milliyetçiliği Yeşilfeld tarafından “İskit Roma: Rusya” başlıklı bölümde ele alınır. Rusya, çokuluslu bir imparatorluk olduğundan farklı dinî ve etnik unsurlar içerir. Yeşilfeld Rus milliyetçiliğini bize “mirasçı misyon” ile açıklar: Çarlık propagandasında Rus Ortodoks Kilisesi aracılığıyla “Üçüncü Roma” ideolojisi geliştirilir. Rus milliyetçiliği temelde etnik-milliyetçi bir karakter taşır; Slav kimliği ve Ortodoksluk öne çıkarılır. Örneğin, İvan’ın Batı’ya karşı doğu kimliğine vurgu yaptığı Slavofil akımlar, Rusların seçilmiş topluluk olduğu mesajını yayar. Yeşilfeld, Rus soylularının 18. yüzyılda Batılılaşma’ya duyduğu tepkiyle milliyetçi elitlerin ortaya çıktığını belirtir. Onlara göre Rusya’nın “kaderi” Avrupa’dan farklıdır ve bu fark, ulusun birliği için kutsal bir kaynak sayılır. Bu süreçte sivil vs etnik ayrımı karışıktır: Resmi söylemde devlet içindeki gayrimüslim halklara da ‘’milli azınlık’’ payesi verilirken, Rus asıllılar kendi uluslarını yüceltir. Yeşilfeld’e göre milliyetçiliğin Rus versiyonu, Çar’ın otoritesine ulusal meşruiyet sağlar; Rus modernleşmesi de (Sanayi, eğitim gibi) milliyetçilikle paralel yürümüştür. Özellikle 19. yy’da Romanov hanedanı milliyetçiliği eğitim ve bürokrasiye entegre ederek imparatorluk kültürünü pekiştirmiştir. Böylece Rus ulusçuluğu, Stalin sonrasında Sovyetler Birliği’nin federal yapısına yansımış ve Sovyet kuramında etnik milliyetçilik “ulusların ittifakı” olarak zımnen meşrulaştırılmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri

Amerikan milliyetçiliği Yeşilfeld’e göre önceki dört örnekten daha farklıdır; buradaki ulusal kimlik, tamamen yeni ideolojik temeller üzerine kurulmuştur. “Mekke’yi Ararken: Amerika’da Milliyetçiliğin Gelişimi” başlıklı bölümde Greenfeld, Amerikan milliyetçiliğinin tamamen kuramsal olduğunu vurgular. İngiltere ve Avrupa’da olduğu gibi köklü kurumlar yokken, ABD’de Ulusal Kimlik fikri önce gelmiştir; devletin kuruluş koşulları bu fikrin ete kemiğe bürünmesine hizmet etmiştir. Amerikan milliyetçiliği şiddetle sivildir: Anayasa, bireysel haklar, federal birliği koruma ideali etrafında şekillenmiştir. Greenfeld, ABD’de “milliyete aidiyetin jeopolitik ya da etnik faktörlerden bağımsızlaştığını” ve yalnızca fikir zemininde şekillendiğini belirtir. Bağımsızlık Savaşı sonrasında George Washington’ın “Ulusun egemenliği halktadır” yaklaşımı anayasal kuruma dönüşmüştür. ABD ulusunun evrenselist yönü (din özgürlüğü, fırsat eşitliği) ön plandadır; bu nedenle Amerika “yeni bir İngiltere” olarak tanıtılırken geçmiş sınıf ve mezhep bölünmeleri gölgede kalmıştır. Greenfeld, Amerikan milliyetçiliğinde millî sembollerin (bayrak, marş) yanı sıra millî eğitim ve tarih yazımının devlet politikası olduğunu belirtir. Sonuçta Amerikan ulusu, heterojen göçmen topluluklarının liberal değerlere sadakatle birleştiği bir örnek haline gelmiş, kurumsal modernleşme süreci milliyetçi ideolojiyle yakın ilişkili ilerlemiştir.

Teorik Tartışma

Yeşilfeld’in yorumu, modern milliyetçilik teorileriyle kıyaslandığında bazı zıtlıklar içerir. Örneğin Benedict Anderson ulusun “hayalî cemiyetler” olduğunu savunur; ulus ancak basın ve okuryazarlık gibi araçlarla büyük kitlelerin birbiriyle bağ kurma hayalini üretir. Anderson’a göre ulus modern bir tahayyül ürünüdür ve milliyetçilik, dinsel cemaatlerin çöküşünden doğan boşluğu doldurur. Greenfeld ise ulusal kimliğin doğuşunu aydınlatırken dinsel ve tarihî kökenlere daha fazla vurgu yapar. Ernest Gellner’e göre milliyetçilik sanayileşme, okullaşma ve dil standardizasyonuyla ortaya çıkar; modernleşme sonucunda agrar toplumdaki “kültürel heterojenlik” yerini tek tip ulusal kültüre bırakır. Yeşilfeld ise tam tersine, milliyetçi fikirlerin modernleşmeye yol gösterdiğini iddia eder; Stokes’un deyimiyle, “modernleşmenin milliyetçilik ürününe dönüştüğünü” savunur. Gellner’e göre modernleşme kaçınılmazsa da milliyetçilik bu sürecin meşrulaştırıcısıdır; Greenfeld ise milliyetçiliği, hâlihazırda bireylerin değerler sistemini yeniden şekillendiren aktif bir psikososyal süreç olarak ele alır.

Eric Hobsbawm ise milliyetçiliklerin yeni “icat edilen gelenekler”le beslendiğini söyler. Hobsbawm’a göre modern ulusların tarihleri, bilinçli olarak kurgulanmış semboller ve törenlerle eskiymiş gibi sunulur. Bu icat edilen gelenekler; toplumsal uyum sağlamak, kurumların meşruiyetini güçlendirmek ve ortak değerleri pekiştirmek gibi işlevlere sahiptir. Greenfeld’in analizinde de milliyetçilik devlet ve kültürü yeniden dizayn ettiği için bu bulgu uyumludur; örneğin İngiltere’de kilise ağırlıklı “eski gelenekler” Protestan sembolleriyle yer değiştirirken, Almanya’da halk masalları millî anlatıya dâhil edilmiştir. Öte yandan Anderson ve Hobsbawm’ın modernist yaklaşımlarının aksine, Yeşilfeld ulusal bilincin bazı bileşenlerinin erken dönemde (örn. Reformcu İngiltere) şekillendiğine de dikkat çeker. Sonuçta Greenfeld’in görüşü, Anderson-Gellner-Hobsbawm üçlüsüne kıyasla milliyetçiliğin özündeki fikri temele daha çok vurgu yapar. Greenfeld, ulusun aidiyet hissetmeye dayalı olduğunu, bu aidiyetin tarihte oluşan mental modellerin sonucunda doğduğunu savunur. Bir nevi idealist bir bakış açısıyla, modern dünyayı “milliyetçilik fikrinin ürünü” olarak yorumlar. Bu yaklaşım tartışmalıdır; örneğin Gellner gibi modernleşmeci sosyologlarca eleştirilir. Ancak Greenfeld ulus bilincinin evrensel diyalektik sürecini irdelerken, bu bakışı somut tarihsel örneklerle desteklemeye çalışır.

Sonuç

Yeşilfeld’in Milliyetçilik: Moderniteye Giden 5 Yol eseri, milliyetçiliğin yükselişi ile modernleşme sürecini yeni bir perspektifle ele alır. Ana tezine göre milliyetçilik modernleşmeye hazırlanmış, onu yönlendirmiştir. İngiltere’de din temelli ulusal kimlik, Fransa’da devrimci yurttaşlık, Almanya’da etnik kültür, Rusya’da Ortodoks imajı, ABD’de idealler ağından beslenen bir “hayali cemaat” olarak milliyetçilik farklı dinamiklerle ortaya çıkmıştır. Bu beş ulus örneği, Yeşilfeld’in kavramsal çerçevesi içinde karşılaştırılınca, sivil ve etnik milliyetçilik ayrımı netleşir; toplumsal modernleşmenin iktidar biçimlerine (millet egemenliği), kültürel kodlara (ortak dil/sanat/mit) ve bireysel kimliklere (ulusa aidiyet) doğrudan tesir ettiği görülür. Yazıda analiz edildiği gibi Greenfeld’in yaklaşımı, milliyetçiliğin kimlik, kültür ve egemenlik üzerindeki rolünü vurgulayarak mevcut ulus-devletlerin meşruiyet zemininin nasıl kurulduğunu aydınlatır. Anderson, Gellner, Hobsbawm gibi kuramlarla karşılaştırıldığında, Greenfeld’in idealizme yakın, tarihsel genellemeler yerine mikrososyolojik perspektife de yer veren üslubu öne çıkar. Sonuç olarak, milliyetçiliği modernlik sürecinin merkezi dinamiği olarak gören bu bakış açısı, ulusların doğuşu ve işleyişi üzerine geniş bir tarihsel materyal temelinde zengin bir yorum sunar. Bu yorum, “millet” ve “modernite” arasındaki ilişkinin anlaşılmasında önemli bir katkı olarak değerlendirilebilir.

Kaynakça (APA): Greenfeld, L. (1992). Nationalism: Five Roads to Modernity. Harvard University Press. Anderson, B. (1983). Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism. Verso. Gellner, E. (1983). Nations and Nationalism. Cornell University Press. Hobsbawm, E. J. (1990). Nations and Nationalism since 1780: Programme, Myth, Reality. Cambridge University Press. Hobsbawm, E. J. ve Ranger, T. (der.). (1983). The Invention of Tradition. Cambridge University Press.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.