Ekofeminizm: Kadın, Doğa ve Kapitalist Ataerkil Düzenin Eleştirisi
Özgün adı: Ecofeminism
Türkçesi: İlknur Urkun Kelso
Yayıma Hazırlayan: Emre Tokcael
Son Okuma: Bahar Aydın
Kapak Tasarımı: Hamdi Akçay
Sayfa Düzeni: Semih Büyükkurt
1. Baskı, Eylül 2025
ISBN: 978-625-6896-33-8
504 s. / 2. Hamur / Ciltsiz / 13,5 x 19,5
Ekofeminizm: Kadın, Doğa ve Kapitalist Ataerkil Düzenin Eleştirisi
Giriş
Ekofeminizm, kadınlar ile doğa arasındaki sembolik ve somut bağları vurgulayarak ataerkil/kapitalist tahakküm ilişkilerini eleştiren bir düşünce ve mücadele perspektifidir. Bu kavramı ilk kez akademik düzeyde sistematik biçimde ele alan Maria Mies ve Vandana Shiva, 1993 tarihli Ecofeminism (Ekofeminizm) adlı yapıtlarında, kadınların sömürüsü ile doğanın tahribatı arasında organik bir bağ olduğu tezini savunmuşlardır. Onlara göre doğa üzerine kurulan hiyerarşik iktidar ile kadınların üzerindeki ataerkil baskı aslında aynı paradigmanın iki yüzüdür. Ekofeminizm, sadece akademik bir çalışma alanı değil; ortak sorunlar temelinde kadınları ve çevrecileri birleştiren siyaset üretme pratiğidir. Bu yazıda Mies ile Shiva’nın yaklaşımından hareketle, kadın ve doğa arasındaki tarihsel-kültürel bağlar, ataerkil ve kapitalist sistemin kadın-doğa ilişkisini nasıl tahakküm altına aldığı, ekofeminist direniş biçimleri, yerel/kendini idame bilgisinin önemi ve ekofeminizmin alternatif yaşam önerisi olup olmadığı ele alınacaktır.
Kuramsal Çerçeve ve Temel Kavramlar
Ekofeminizm literatüründe “kapitalist ataerklik” (capitalist patriarchy) kavramı temel oluşturmaktadır. Mies ve Shiva’ya göre moderniteyle birlikte gelişen indirgemeci, mekanistik bilim anlayışı ve “ilerleme”, “kalkınma” söylemleri doğaya hakim olma yanını kuvvetlendirerek hem ekolojik krize hem de kadınların sömürüsüne zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda ekofeminizm, patriyarkanın beslediği bilimsel rasyonalitenin doğayı “fethedilecek” bir kaynak ve kadın bedenini de metalaştırılacak bir nesne olarak ele alışını eleştirmiştir. Örneğin Mies ve Shiva, 1993 tarihli çalışmalarında, kapitalist ataerkil bilim anlayışının doğa üzerinde hakimiyet kurma tutumunu ele almıştır: “Mekanistik bilim anlayışıyla doğa üzerindeki hakimiyetçilik, kapitalist ataerkinin ifadesidir. Bugün ekolojik ve feminist dünya görüşü ile kapitalist ataerkil bakış açısı arasındaki mücadele her zamankinden daha yoğun” olarak tanımlanmıştır.
Ekofeministler, bilgiyi cinsiyetsiz ve evrensel sayan hakim bilim paradigmasını sorgular. Pozitivist bilim, erkek bakış açısını evrensel hale getirerek kadınların ve farklı halkların deneyim-bilgilerini yok saymıştır. Bu nedenle ekofeminizm, sorunları doğrudan kadınların deneyimleri açısından kavramanın hayati olduğunu vurgular. Mies ve Shiva, bu eleştirinin sonucunda “kendini idame perspektifi” (subsistence perspective) olarak adlandırdıkları bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Kendini idame perspektifi, en temel yaşam ihtiyaçları üzerinden örgütlenen, doğayla uyumlu bir üretim-tüketim düzenini savunur. Yazarlar, “ekofeminist bakış açısı, bizleri yeraltından gelen her şeyi tüketmek yerine yeryüzüyle ilişkilerimizi uyumlu kılmaya davet eden bir kozmoloji ve antropoloji” önerir. Onlara göre, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldıracak ekonomik düzenlemeler ile refah arasındaki bağlantı koparılmamalıdır; çünkü ataerkil kapitalist “büyüme” paradigması hem ekolojik eşitsizlikleri derinleştirmiş hem de kadına yönelik şiddeti beslemiştir.
Bir başka temel kavram olan “kendini idame”, ekofeminizmin pratik odağını oluşturur. Mies ve Shiva, ilkel toplumlarda olduğu gibi günümüzde de, kadınların yaşamlarını sürdürebilmek için doğal kaynaklar etrafında oluşturduğu üretim-tüketim ilişkilerini merkeze alır. Bu perspektif, kadınların kendi besinini, enerjisini ve üretimini yerel düzeyde sağlamaya dayalı geleneksel pratikleri hatırlatır. Örneğin, yazarlar şöyle yazar: “Kadınlar yüzyıllardır farklı biçimlerde bilgi ve deneyim üretmişlerdir. Ancak erkek-merkezli bilim anlayışı kadın deneyimlerini büyük anlatıların içinde önemsizleştirmiştir. Ekofeminizm’de eleştirilen, bu azınlığın (erkek üstünlüğünü savunan küçük bir grubun) dünyanın geri kalanını sömürecek araçları bilimsel araştırmalarla yaratmış olmasıdır”. Bu nedenle ekofeministler, doğa ve yaşam hakkı temelinde, yerel bilgi sistemlerini ve kadınların geleneksel uygulamalarını yeniden görünür kılmayı hedefler.
Kadın ve Doğa Arasındaki Tarihsel-Kültürel Bağlar
Ekofeminizm, kadın ile doğa arasında tarihsel ve kültürel bir “ahlaki özdeşleşme” iddiası taşımasa da, birçok toplumda bu ikisinin iç içe düşünülmüş gerçeklikler olduğunu vurgular. Geleneksel ekolojik toplumlarda kadınlar genellikle gıda üretiminden bakımı yüksek bilgi birikimine sahiptir; örneğin yerel tohumların saklanması, ilaç bitkilerinin kullanımı gibi pratik bilgiler kadının rolü çerçevesinde miras kalmıştır. Mies ve Shiva, “Toprak Ana” metaforu ile modern bilimin doğayı nesneleştirme çabasını eleştirirken, pek çok kırsal ve ilkel toplumda kadının doğayla bütünleşik görüldüğünü işaret ederler. Onların ifadelerine göre, “Üçüncü Dünya kadınları yeryüzünü yaşayan bir varlık olarak görürler ve ‘Toprak Ana’ terimi tırnak içine alınmaya bile gerek duymaz; yeryüzünü kendi ve diğer türlerin yaşamını garanti eden canlı bir varlık olarak kabul ederler. Doğanın kutsallığını kabullenir, onu endüstriyalizm ve tüketim amacıyla ölü, ham maddeye dönüştürmeye direnç gösterirler”. Bu vurguyla, kadınların doğadaki çeşitliliği ve sınırları korumaya yönelik tutumları öne çıkarılır.
Ayrıca Mies ve Shiva, benzer süreçlerin farklı kıtalardaki yansımalarını karşılaştırarak, ataerkil modernleşme ile çevre tahribatı arasındaki paralellikleri göstermişlerdir. Örneğin, bilim ve teknolojinin cinsiyetsiz olmadığına dikkat çekmiş, “erkek-doğa arasındaki sömürücü tahakküm ilişkisi ile erkek-kadın arasındaki sömürücü ve baskıcı ilişkinin sıkı sıkıya bağlı olduğunu” ortaya koymuşlardır. Yani toprağa, suya ve biyolojik çeşitliliğe yönelik baskınlık, toplumsal cinsiyet iktidar biçimiyle hemşehri bir dinamiktir. Bu bağlamda tarihe bakıldığında kadınların çevre mücadelesinin genellikle öncülüğünde olduğu da kaydedilmiştir. Örneğin 1980’lerde Almanya’da köylü kadınların nükleer santrallere karşı çıkışından, Japonya’da kadın tüketicilerin GDO’lu gıdaları protesto etmesine; Afrika’da Wangari Maathai’nin ağaçlandırma hareketinden Ekvador’daki kadınların mangrov ormanlarını koruma eylemlerine kadar pek çok vaka, kadınların yaşam alanlarını savunma mücadelesi olarak yorumlanmıştır. Ayrıca Ariel Salleh’in de işaret ettiği gibi, Hindistan Chipko hareketindeki kadınlar 300 yıl önce ağaçlara sarılırken; günümüzde Appalachia’daki madencilik karşıtı anneler benzer şekilde yaşamı savunmaya çalışmaktadır. Tüm bu örnekler, kadın ve doğa arasındaki bağın farklı coğrafyalarda benzer kaygılar çerçevesinde kendini gösterdiğine işaret eder.
Ataerkil ve Kapitalist Sistem Eleştirisi
Mies ve Shiva’ya göre mevcut ekonomik-siyasi sistemin kalbinde atıksız büyüme ve sürekli birikim mantığı vardır. Kapitalist ataerklik, “ilerleme”, “büyüme” gibi kavramları kutsayarak doğaya ve kadına karşı şiddeti meşrulaştırır. Bu bağlamda yazarlar, çağdaş kalkınma ve sanayileşme modellerinin geri bırakılmış ilan edilen bölgelere hem insan-hem çevre açısından yıkım getirdiğini vurgular. Örneğin, yazarların çalışmasında, “İlerleme, büyüme, kalkınma gibi kapitalist terimlerin geri kalmış ilan edilen bölgelerdeki yaşamın yıkımına yol açtığı” belirtilir; “fakat bu insanlar bizden geride değil, sadece kutsal olanı farklı algılayan bizden farklı bir bakış açısına sahip” olarak ifade edilir. Yani, ekonomik “ilerleme” adı altında uygulanan politikalar, yerel değerleri hiçe saymış ve dünyanın çeşitli kültürlerindeki dengeleri bozmuştur.
Bu sistem eleştirisi özellikle bilim ve teknoloji alanında somutlaşır. Ekofeministler modern bilimin “bahçesindeki teknolojiler” (nükleer santral, genetik mühendislik, kimya endüstrisi vb.) boyunca ataerkil ve militarist bir amaç güttüğünü savunur. Mies ve Shiva, özellikle GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) örneğinde, bilimsel rasyonalitenin nasıl patriyarkanın hizmetine girdiğini göstermiştir. Onlara göre GDO teknolojileri, “üstün moleküller” anlayışını kalıcı kılarak, biyolojik organizmaları Lego parçalar gibi yeniden birleştiren bir sözde bilim haline gelmiştir. Bu süreçte biyolojik çeşitliliği şirketlerin mülkiyetine açan patent rejimi, ekofeministlerce “ahlaki, ekolojik ve ekonomik bir sapkınlık” olarak tanımlanır. “Biyoçeşitlilik bizim ortak can damamızdır; biz doğanın efendisi değil parçasıyız. Canlı çeşitliliğe hak iddia eden fikri mülkiyet, etik bir sapkınlıktır” şeklindeki uyarılar, Shiva ve Mies’in kapitalist patriyarkanın doğa üzerindeki tahakkümünü ortaya koyar.
Kapitalist ataerklik aynı zamanda cinsiyete dayalı emek bölümü ve sömürü biçimlerini de güçlendirir. Mies’in daha önceki çalışmaları da destekler biçimde, patriyarka içinde kadının ev içi ve küçük ölçekli üretime hapsedilmesi, kadının ürettiği değerin görünmez kılınması suretiyle sınıfsal sömürü mekanizması olarak işler. Shiva ise Hindistan’da kırsal kadınların tarım politikalarının yıkıcı etkileri altında kalan deneyimlerini belgeleyerek, endüstriyel tarım ve tohum tekeli gibi küresel kalkınma programlarının kadın emeğini nasıl tükettiğini göstermiştir. Bu nedenlerle ekofeminizm, ataerkil bilim ve kalkınmacı politikaların eleştirisini bir arada tutar; bilim ve teknolojinin değer yargısız olmadığı, aksine erkek egemen zihin yapısını pekiştirdiği vurgulanır.
Kalkınma Karşıtı Ekofeminist Direnişler
Ekofeministler, başta çimento, nükleer tesisler, enerji projeleri gibi büyük “kalkınma” yatırımlarına karşı kadınların öncülük ettiği direniş hareketlerini ön plana çıkarır. Bu direnişler, hem kadınları hem de doğayı savunan çift taraflı bir mücadele olarak görülür. Örneğin Şiva, Chipko Hareketi gibi cevizlerin kesilmesine karşı ellerinde ağaç kucakladıkları kampanyalar aracılığıyla kadınların doğaya sahip çıkışını not eder. Benzer şekilde, Baraj yapımına karşı su altında kalacak topraklarını savunan Narmada Bachao Andolan’daki kadınları da örneklemiştir. Bu tür vakalar, ekofeminist direnişin en tanınmış biçimlerindendir.
Bu direniş hareketlerinde öne çıkan temel özelliklerden biri, kadınların “kendini idame etme” anlayışı çerçevesinde alternatif pratikler geliştirmeleridir. Örneğin Bombay dışındaki Akbelen Ormanı direnişi gibi son vakalarda da görüldüğü üzere, kesim ve maden projelerine karşı çıkan kadınlar, kömür madenleri önünde nöbet tutarak doğal yaşam alanlarını savunmuşlardır. Diğer taraftan, dünyanın çeşitli yerinde açlık grevleri, ağaç dikin kampanyaları, boykot eylemleriyle yerel yöntemleri yeniden canlandırmak da tipik bir ekofeminizm pratiğidir. Bu bağlamda Mies ve Shiva, “dünyanın dört bir yanından toplulukların, toprağı ele geçirilecek ya da sahiplenilecek bir nesne olarak görmeksizin yaşamlarını sürdürebildiklerini” vurgularlar. Örneğin Tanzanya’da veya Uzakdoğu’da kadınlar, köylerinde biyoçeşitliliği koruyarak yaşamalarını sürdürdüklerini göstermiş; yerel tohum takaslarını ve pazarlık usullerini yeniden canlandırarak büyük ölçekli sanayileşmeye karşı koymuşlardır. Yine Latin Amerika’daki pek çok topluluk, ormanlarını kaybetmemek için şamanik bilgi ve kolektif örgütlenmeyi ön plana almış, böylece hem çevreyi hem sosyal hayatı korumaya çalışmıştır.
Ekofeminizm’in eleştirel analizi aynı zamanda küresel kalkınma kurumlarına yöneliktir. Dünya Ticaret Örgütü, serbest piyasa reformları, GDO’lu tarım teşvikleri gibi politikalar, ekofeministlerce cinsiyetçi bir kalkınma stratejisi olarak görülür. Bu bağlamda Vandana Shiva, Seattle’daki WTO karşıtı eylemlerde “Dünya Bizim Satılık Değil” sloganı ile hükümetlerin gıda güvenliği ve tohum üzerinde kurduğu tekelci düzeni hedef almıştır. Aynı şekilde Mies, “sürdürülebilir kalkınma” söylemlerinin dahi sermaye lehine kurgulanmış bir yanılsama olduğunu, kadın emeğinin gerçek değerinin ancak ekonomik sisteme indirgenmeyen bir perspektiften anlaşılabileceğini ileri sürmüştür.
Yerel Bilgi Sistemlerinin ve Kendini İdame Perspektifinin Önemi
Ekofeminist direniş hareketleri yerel bilgiye, geleneksel uygulamalara ve kendini idame temelli ekonomilere büyük değer atfeder. Mies ile Shiva’ya göre ataerkil bilim, yıllarca kadınların pratik bilgisini yok saymış; oysa kırsal toplumlarda kadınlar yaşamlarını sürdürmek için gerekli bilgiyi kuşaklar boyu aktarmışlardır. Bu gerçek, ekofeminizmin en temel savlarından biridir: “Dışta bırakılmış gerçeklikler ancak kadınların deneyimleri açısından ele alındığında gün yüzüne çıkabilir”. Örneğin, köylü kadınların yerel tohum ve ilaç bitkisi bilgisi, kuraklık ve hastalık koşullarına dayanıklı ekosistemler oluşturmada hayati rol oynar. Yine geleneksel balıkçılık ve avcılık yöntemleri, ekosistem döngülerini bozmayacak biçimde düzenlenmiştir. Mies ve Shiva, bu tür kendini idame odaklı uygulamaları “piramit hiyerarşisine karşı yatay dayanışma ekonomileri” olarak tanımlar. Onlara göre, yiyecek, su ve enerji üretimi evrensel piyasadan bağımsız sürdürülebilir topluluk ağlarına dayanmalıdır.
Şiva özellikle Hindistan’daki Navdanya deneyimiyle bu görüşü pekiştirmiştir. Navdanya (Dokuz Tohum) hareketi, yerel çiftçilerin genetik çeşitliliği ve geleneksel tarım bilgisini koruma çabası olarak ortaya çıkmıştır. Bu tip pratikler, ekofeminizmde “yaşamın korunması” perspektifiyle örtüşür. Yine Ariel Salleh’in de belirttiği gibi, ekofeminizmin çözümleri iç içe geçicidir: “Kendini idame etme çerçevesinde günlük yaşamın örgütlenmesi, gıda egemenliğini, katılımcı demokrasiyi ve doğal ekosistemlerle karşılıklı özeni destekler”. Bu bağlamda, tüketim alışkanlıklarından agroekolojiye kadar birçok alanda topluluk temelli, yerel kontrolü esas alan yaklaşımlar benimsenir.
Ekofeminizm, yerel bilgi birikiminin ticarileştirilmesine ve uluslararası patent rejimlerine de karşı çıkar. Kitapta vurgulandığı üzere, biyolojik çeşitliliğe ilişkin mülkiyet hakları (örneğin tohumlarda patent) “yaşamın zenginliğini şirkete ticarileştirme” hareketidir ve dünyanın en fakir kesimlerini doğrudan olumsuz etkiler. Mies ve Shiva’ya göre, “biyoçeşitliliğin yüzde 75’ini kullanan doğa ve topluluklar ‘boşa giden’ olarak görülürken, yediğimiz tohumlar metalaştırılmak isteniyor”. Ekofeminist bakış, bu sürece karşı “Dünya’nın ortak yaşamsal paydaşlığı” kavramını öne çıkarır. Yani tohum, su, toprak gibi yaşam kaynakları sadece belirli bir kesimin değil, tüm insanlığın ortak mirası olarak görülmelidir. Bu nedenle ekofeministler “Ortak yaşam alanları”nı savunur; yerel toplulukların topraklarına ve sularına el konulmaması gerektiğini vurgular. Şiva’nın “her tohum bir ritüeldir” söylemi, bu yerel bilginin kutsallığını ifade eder. Sonuçta yerel bilgi ve kendini idame, ekofeminizmin hem direniş stratejisi hem de alternatif gelecek tasavvuru için vazgeçilmez öğeleridir.
Ekofeminizm Alternatif Bir Yaşam Önerisi Midir?
Mies ile Shiva, ekofeminizmi salt eleştiri düzeyinde bırakmaz; aynı zamanda yeni bir ekolojik-toplumsal perspektif önerir. Kitapta net biçimde ortaya konan “kendini idame perspektifi”, kapitalist ilerlemeciliğe karşı “yaşamın sürekliliği, çeşitliliği ve karşılıklı dayanışmayı” ön plana koyar. Bu açıdan ekofeminizm, bir nevi alternatif kalkınma modelidir. Özünde gıda egemenliği, yerinden yönetim, küçük üretim birimleri, annelik değerleri ile “doğayla uyumlu teknoloji” vurgusu vardır. Ariel Salleh’in de belirttiği gibi ekofeminizm çözümleri “sinir sistemli”dir: Yani kendini idame odaklı örgütlenen günlük yaşam, bir sonraki ekolojik krizi önleyebilir; büyüme odaklı alışkanlıklar ise aksine sürdürülüyor. Bu bağlamda okuyuculara atıfta bulunulan “kozmoloji ve antropoloji” değişimi, insan-dünya ilişkisini karşılıklı bakım üzerine yeniden kurgular. Mies ve Shiva, dünyanın dört bir yanından kadınların geleneksel pratiklerinin binlerce yıldır var olduğunu göstererek bu dönüştürücü potansiyele işaret ederler.
Bu öneriyle ekofeminizm, “yaşamın yeniden üretimi”ne dayalı bir toplumsal tahayyül sunar. Tekellerin gıda zincirine müdahale ettiği, biyoçeşitliliği azaltmaya çalıştığı bir dünyaya karşı dayanışmalı tüketici hareketleri ve tohum demokrasisi gibi kavramlar öne çıkar. Eleştirmenler, bu yaklaşımın zaman zaman “kültürel ataerliliğe” kaçmakla ya da sosyalist-feminist kalkınma eleştirilerine kıyasla yetersiz kalmakla suçlasa da, Mies ve Shiva ekofeminizmi radikal ve kurucu bir alternatif olarak sunmayı amaçlamışlardır. Onların özgürlük tasavvuru, silahsızlanmış bir insan-doğa ilişkisine, yerel özerkliklere ve öz tüketime dayalı bir mutluluğa işaret eder. Nitekim Mies’in kitabın yeni basımına yazdığı önsözde, yirminci yüzyıl sonunda ataerkil kapitalizm hala geçerliyken bile, “yaşamın yeniden üretilmesine, kadının ve doğanın bir birikim olarak değil hak olarak korunmasına” dayalı perspektiflerinin güncelliğini koruduğu vurgulanmıştır.
Sonuç
Maria Mies ve Vandana Shiva’nın Ekofeminizm kitabı, kadın ile doğa arasındaki ilişkileri ataerkil-kapitalist tahakküm bağlamında ele alarak kuşatıcı bir analiz ortaya koyar. Tarihsel olarak kadınların ekolojik mücadelelerdeki rolüne dikkat çeker; patriyarkanın bilimsel düşünce, kalkınma politikası ve ekonomik sistem üzerinden hem doğayı hem de kadını tahakküm altına alışını kapsamlıca irdeler. Kitapta sunulan vakalar (Chipko gibi kadın-çevre hareketleri, köylü isyanları, baraj karşıtı direnişler vb.) kadınların ortak sorunlar temelinde nasıl birleşebileceğine dair somut örneklerdir. Yazarlar ayrıca yerel bilgi ve kendini idame ekonomilerinin önemini vurgulayarak, mevcut kalkınma söylemine karşı bir alternatif inşa çabası sunarlar.
Sonuç olarak ekofeminizm, kendi özgün yapısıyla feminist ve ekolojik söylemleri entegre ederek alternatif bir toplumsal tahayyül önerir. Burada patriarkal kapitalizm karşısında dayanışmaya, toplulukların özerkliğine ve doğayla uyumlu üretim biçimlerine ağırlık verilir. Mies ile Shiva’nın görüşlerine göre, “Yeryüzü ile barış”madan ilerleme yoktur; biyoçeşitliliğe, kadın bedenine ve yerel kültürlere saygı duymayan bir sistem sürdürülebilir değildir. Bu bakış açısı, ekofeminizmin günümüzde hâlâ yol gösterici bir çerçeve olmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla Ekofeminizm, sadece eleştirel bir analiz değil, aynı zamanda alternatif yaşam biçimlerine ve politik stratejilere dair kapsamlı bir öneri sunar.
Kaynakça (APA)
- Mies, M., & Shiva, V. (1993). Ecofeminism. London: Zed Books.
- Mies, M., & Shiva, V. (2014). Ecofeminism (Critique, Influence, Change). London: Zed Books.
- Toksoy, N. G. (2021). “Dünyayı yeniden dokumak”: Shiva ve Mies’den Ekofeminizm. Feminist Ekonomi Dergisi (FE), 13(1), 101-106.
- Yeşilist. (2024, 25 Ocak). Ekofeminizm nedir, neyi savunur? Herkes İçin Yeşil.
- Shiva, V., & Mies, M. (2014). Ecofeminism: Critique, Influence, Change. London: Zed Books.
- Shiva, V. (1993). Ecofeminism. London: Zed Books. (English edition)

Leave a Comment