Zihin, Modernlik ve Delilik: Kültürün Birey Üzerindeki Etkileri
Kitabın Adı: Zihin Modernlik Delilik Kültürün İnsan Deneyimi Üzerindeki Etkileri Yazar :Liah GreenfeldÇevirmen:Sayfa:752 Cilt:Ciltsiz Boyut:13,5 X 19,5 Son Baskı:21 Mart, 2023 İlk Baskı:21 Mart, 2023 Barkod:9786254497469 Kapak Tsr.:Editör:Kapak Türü:Karton Yayın Dili:Türkçe Orijinal Dili:İngilizce Orijinal Adı:Mind, Modernity, Madness: The Impact of Culture on Human Experience
Zihin, Modernlik ve Delilik: Kültürün Birey Üzerindeki Etkileri
Liah Greenfeld’in Zihin, Modernlik, Delilik: Kültürün İnsan Deneyimi Üzerindeki Etkileri adlı çalışması, modern ulus-devletlerin yükselişiyle birlikte ortaya çıkan kültürel dönüşümlerin birey zihni ve ruh sağlığı üzerindeki derin etkilerini tartışır. Greenfeld’e göre modern milliyetçi kültürün üç temel unsuru – halk egemenliği, eşitlik ve sekülerlik – bireyin “varoluşsal deneyim”ini kökten dönüştürmüş ve bireyi kendi kimliğinin, kendi kaderinin mimarı konumuna getirmiştir. Bu yeni düzende birey, özgürlük kazanırken aynı zamanda kendi kimliğini inşa etme sorumluluğuyla baş başa kalmıştır. Özellikle sekülerleşmenin, toplumsal hareketliliğin ve bireyselliğin arttığı modern çağda, Greenfeld bu bireysel kimlik kurma baskısının ciddi psikolojik yansımaları olduğunu savunur. Bu çerçevede Greenfeld, modern ruhsal bozuklukları – şizofreni, majör depresyon ve bipolar bozukluğu – salt tıbbi tanımlar değil, modern dünyanın yaratmış olduğu hastalıklar olarak görür. Örneğin Greenfeld’in analizinden alıntılanan bir değerlendirme, 17. ve 18. yüzyıllarda İngiltere’de delilik görülme oranının binde birden yüzde bire yükseldiğini vurgular. Bu tür tarihsel veriler, biyolojik etkenlerle açıklanamayacak kadar dramatik bir artışa işaret eder ve Greenfeld’in kültürel belirlenimci yaklaşımını destekler.
Bu çalışmada, Greenfeld’in kültürün birey üzerindeki etkilerine dair teorik çerçevesi ayrıntılı olarak ele alınacak, modern milliyetçi toplumun bireyselleşme ve kimlik krizi yükleriyle akıl sağlığı bozuklukları arasındaki ilişki incelenecek, Batı modernitesinin birey üzerindeki pratik etkileri ve modern ruhsal hastalıkların tarihsel kökenleri değerlendirilecektir.
Kuramsal Çerçeve
Greenfeld’in kuramsal yaklaşımının temelinde zihin ile kültürün iç içe geçmiş süreçler olduğu savı yatar. Geleneksel ikilikleri reddeden Greenfeld, zihni biyolojik bir olgu olarak değil, kültürün karmaşık bir ürünü olarak ele alır. Ona göre kültür ve zihin “sadece yakın ilişkili” olmakla kalmaz; “aynı süreçin iki düzeyde oluşan” tezahürleridir. Başka bir deyişle, insanlar sembolik düşünceyle zihni inşa ederler ve bu semboller kültürden kaynaklanır. Dolayısıyla zihnin işlevleri doğrudan kültürel bağlama dayanır. Westermeyer’in değerlendirmesinde belirtildiği gibi, insanın sembolik düşünme yetisi “zihin” adını verdiğimiz olgunun doğmasını sağlamış ve zihin “bireyselleşmiş kültür” hâlini almıştır. Bu bakış açısıyla ruhi işlev bozuklukları, salt nörolojik bir arıza değil, kültürel-manevi anlam arayışının iflası olarak görülür.
Greenfeld’in teorisinde milliyetçilik kavramının özel bir önemi vardır. Burada milliyetçilik, yaygın kullanımdan farklı olarak, modern devletin temel özelliklerini tanımlayan bir toplumsal bilinç biçimidir. Greenfeld’e göre milliyetçilik, “halk egemenliği, eşitlikçi düşünce” ve “kesinlikle seküler” yapısıyla öne çıkar ve üyelerinin tümünü temel düzeyde eşit kabul eder. Milliyetçilik; ulusun toplumdaki herkesi kapsayan tek bir siyasal otorite altında örgütlenmesini savunur, kişisel statünün doğuştan değil başarıya göre şekillendiği, ekonomik büyümenin arzulandığı, bireysel özgürlüklerin genişletildiği bir sosyal düzen getirir. Bu yeni düzen bireylere öncekilere kıyasla çok daha büyük bir serbestlik imkânı sunduğu gibi, onlardan “kendi kolektif kimliklerini yaratmalarını, kendi kaderlerini çizmelerini ve kendi değerlerini seçmelerini” de bekler. Greenfeld, milliyetçiliğin birey üzerinde bu türden muazzam bir baskı yarattığını vurgular.
Bu bağlamda milliyetçilik, bireyde yeni bir bilinç düzeyine yol açar; birey artık kendi kimliğinin sorumluluğunu almış, kendi hayat yolunu kendisi çizmeye zorlanmıştır. Bu yeni kültürel model, bireyin ruhsal dünyasında hem güçlendirici hem de aşırı yükleyici etkiler yaratır. Aslında Cerulo’nun ifadesiyle, milliyetçi bilinç “bireysel kimliğin yeniden şekillendirilişiyle” beraber, insanı bir yandan egemenlik sahibi yaparken öte yandan kimliğini kurma sorumluluğuyla boğulmuş hâle getirir. Greenfeld, milliyetçi kültürün getirdiği bu ağır kimlik inşa baskısının ruh sağlığı üzerindeki maliyetine dikkat çeker.
Bu kuramsal çerçevede Greenfeld, akıl hastalıklarını irade hastalığı olarak tanımlar. Deliliği, kişinin düşüncesi ile eylemi birbirine bağlamada yetersiz kalması, yani iradesinin çöktüğü durumlar biçiminde algılar. Modern milliyetçi kültür, insana daha önceki toplumsal düzenlerde hiç rastlanmayan yeni arzular ve hedefler yükler. Bu çerçevede birey “daha yüksek statü”ye ulaşmak, “kendi ulusal kimliğini inşa etmek” gibi beklentilerle karşılaşır; ancak bu beklentilerin öteki ucunda kimlik kurulamazsa derin bir köksüzlük duygusu (Durkheim’ın kullandığı terimle “anomi”) ortaya çıkar. Greenfeld, Durkheim’ın anomi kavramından ödünç aldığı bu durumu, modern kültürün bireye yüklediği çelişkili talepler sonucu oluşan “derin bir amaçsızlık ve köksüzlük” olarak tanımlar. Özetle milliyetçilik, bireye kendi kimliğini yazma görevini verirken, bu kimlik üretme sürecinin zorluğu bazen ruhsal çökkünlük ve hastalıkla sonuçlanabilir.
Sonuç olarak Greenfeld’in yaklaşımı kültürel belirlenimci bir çerçeveye yakındır. O, şizofreni, majör depresyon ve bipolar bozukluğun ortaya çıkışını esasen çağdaş kültürün bir ürünü olarak görür ve modernite öncesi topluluklarda bu tür hastalıkların neredeyse yok denecek kadar az olduğunu savunur. Greenfeld, bu rahatsızlıkları yalnızca güncel tanımlar değil, tam anlamıyla “modern rahatsızlıklar” olarak tanımlar ve geçmişte bu vakalarla karşılaşılmadığını iddia eder. Bu noktada Greenfeld, klasik biyolojik determinizm iddialarına karşı çıkarak kültürü analizinin merkezine yerleştirir. She argues that while genetik yatkınlıklar bir predispozisyon yaratabilir, modern kültürel koşullar olmadan bu hastalıklar gerçekleşmez; kültürel “patojenler” genetik direncin üstesinden gelebilir. Cerulo’nun vurguladığı üzere, “biyolojik yatkınlıklar zihinsel hastalığa karşı geleneksel öncüllerle birleştiğinde” milliyetçi kültürün aşırı beklentisi “kusursuz fırtına” yaratır. Bu nedenle Greenfeld’de ruhsal bozukluklar, biyolojik ve kültürel etmenlerin iç içe geçmiş bir sonucu olarak ortaya çıkar.
Diğer bazı kuramlarla karşılaştırıldığında, Greenfeld’in yaklaşımı fark yaratır. Örneğin Foucault, deliliği bir sosyal kontrol aracı olarak görmüş ve onu toplumsal bir inşa olarak tanımlamıştır. Oysa Greenfeld, tam tersine, akıl hastalıklarının modernitenin gerçek bir ruh sağlığı krizi olduğunu öne süreri. Foucault’nun aksine, Greenfeld deliliğin toplumsal bir uydurma değil, modern kültüre özgü bir durum olduğunu savunur. Yani Greenfeld’e göre modern kültür, tarihsel olarak yeni ortaya çıkan bir kapasiteyle insanları “kelimenin tam anlamıyla delirtme” gücüne sahiptir. Bu bakış açısıyla Greenfeld kültürel determinizme yakın bir yerde durur: modern toplumsal yapıların birey zihinlerini biçimlendirdiğini ve psikopatolojilerin temel nedenlerinden biri olduğunu iddia eder.
Vaka ve Tarihsel Analiz
Greenfeld’in kuramı tarihsel verilerle de desteklenmeye çalışılır. Onun tezine göre modern ruhsal bozuklukların kökenlerini anlamak için Avrupa’nın geç ortaçağla erken modern dönemindeki toplumsal dönüşüm süreci incelenmelidir. Greenfeld, tarihsel analizini on altıncı yüzyıl İngiltere’sine dayandırır. Bu dönemde Ortaçağ toplumsal yapısıyla önemli bir kopuş yaşanmış, sekülerleşme, bireyselleşme ve yeni hırsların ortaya çıkışı söz konusudur. Greenfeld, tam da bu kırılma anında birçok insanın önceden benzeri görülmemiş şekilde dengesizleştiğini öne sürer.
Gerçekten de Westermeyer’in ifadesiyle 17. ve 18. yüzyıllarda İngiltere’de deliliğin yaygınlığı geometrik olarak artmıştır: klerikal imtiyaz döneminde binde bir civarında olan oran, modernleşme süreciyle birlikte yüzde birlere yükselmiştir. Bu artışla eşzamanlı olarak, “milliyetçilik” olarak adlandırılan modern devlet modeli ortaya çıkmıştı. Bu dönemde ilk resmî akıl hastanesi olan Bedlam (Bethlehem Hastanesi) Londra’da açılmış; tıp ve hukuk alanında akıl hastalıklarının tanınması ve tedavisi sistemli hale gelmeye başlamıştır. Greenfeld’e göre modern uygarlığın bu yeni örgütlenişi, insan psikolojisinin biçimlenmesine katkı sağlamıştır. Zira 17.–18. yüzyıllarda İngiltere’den tüm Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yayılan “delilik salgını”, modernleşmenin manevi bir yansıması olarak görülür.
Greenfeld ve destekçileri, şizofreni, majör depresyon ve bipolar bozukluğun çağdaş hastalıklar olduğunu savunurken tarihsel kanıtlara dayanır. Örneğin, önermesine göre bu bozukluklar önceki toplumlarda neredeyse hiç görülmezdi. Etnografik ve tarihsel kayıtlar, antik toplumlardaki ruhi rahatsızlıkların çoğunun, bugün büyük üç olarak sınıflandırdığımız patolojilerden farklı biçimler taşıdığını işaret eder. Kıvrak’ın notuna göre, geleneksel toplumlarda sosyal rollerin sabit olması ve bireylerin topluluklarına derin bağlılığı nedeniyle bu tür psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkma olasılığı “oldukça düşüktür”. Greenfeld, modernite öncesi dönemlerde insanların çevrelerinde gördükleri delilik biçimlerini tanımladıklarını, ancak bizim şizofreni veya manik depresyon dediğimiz şartlarla karşılaşmadıklarını iddia eder.
Tarihsel analizde Greenfeld, ayrıca milliyetçilik olgusunun yükselişi ile delilik arasındaki yakın ilişkiye vurgu yapar. On altıncı yüzyıldan itibaren ortaya çıkan modern milliyetçilik ile beraber gelen bireyselleşme dalgasının, pek çok insanı daha önce hiç benzeri görülmemiş bir biçimde sarsmış olduğuna işaret eder. Milliyetçilik bireyden hem özgürleşmeyi hem de kendi kimliğini yaratmayı talep ettiği için, kimlik inşa çabasında başarısız olanların zihinsel dengesizlik yaşaması muhtemeldir. Bu süreçte Shakespeare’in Hamlet’i ünlü bir örnek olarak gösterilir: Hamlet, kendi eylemlerini gerçekleştirmeye muktedir olmayan, “iradesi hasta” bir figür olarak yorumlanır. Wood’un değerlendirmesinde belirtildiği üzere, Greenfeld için “aklın çarpıması” (delilik) bir ulusun alameti olup, bu süreç kişilik bütünlüğünün (benliğin özne olarak kurulamamasının) bir sonucu olarak görülür. Şizofreni, majör depresyon ve manik depresyon gibi bozukluklar, insan iradesinin farklı biçimlerde işlevsizleşmesini yansıtan klinik tablolar olarak karşımıza çıkar.
Greenfeld, bilimsel-yayın ortamının mevcut nüfus araştırmalarına da referans verir. Örneğin, Batı ülkelerinde modern çağda ruhsal hastalık tanısı alan bireylerin oranlarının hızla arttığı gözlemlenmiştir. Westermeyer’in aktardığı rakamlara göre, 1987’de ABD nüfusunun her 184 kişisinden biri ruhi bozukluk nedeniyle malullük ödeneği alırken, bu oran 2007’de 1/76’ya yükselmiştir. Millî Ruh Sağlığı Enstitüsü verileri de hayat boyu ve yıllık ruhsal bozukluk prevalanslarının son on yıllarda belirgin biçimde arttığını göstermektedir. Bu sayıların yükselişi, Greenfeld’in iddia ettiği gibi, kültürel-kurumsal değişimlerin ruh sağlığı üzerinde kuvvetli etkiler yarattığının kanıtıdır. Zira biyolojik etmenlerin sabit kalması durumunda bu kadar hızlı bir artış beklenemez. Westermeyer de bu tür artışların “statik genetik belirlenim” yerine kültürel nedenleri işaret ettiğini belirtir. Greenfeld de bu artışı, kültürün doğurduğu “aşırı kültürel patojenler” sayesinde kalıtsal mukavemeti aşan bir olgu olarak yorumlar.
Böylece tarihsel veriler Greenfeld’in teziyle örtüşür: Batı modernitesinin yükselişiyle birlikte yaygınlaşan bireyselleşme, laiklik ve ulusal kimlik dinamikleri; şizofreni, bipolar bozukluk ve ağır depresyon gibi rahatsızlıkların görülme sıklığını eş zamanlı olarak artırmıştır. Greenfeld, tüm bu olguları milliyetçi kültürün birey üzerindeki tarihsel maliyeti olarak değerlendirir. Sonuçta, ruhsal hastalıklar Batı modernitesinin sadece tıbbi değil, aynı zamanda toplumsal bir öyküsünün parçası haline gelir.
Sonuç
Greenfeld’in Zihin, Modernlik, Delilik eseri, modern akıl hastalıklarını salt biyolojik ve psikolojik birer fenomen olarak görmek yerine kültürel-kurumsal bir çerçeveye oturtmaya çalışan özgün bir perspektif sunar. Ona göre, modern milliyetçi kültür bireylere büyük özgürlükler tanımış; ancak bu özgürlükler aynı zamanda kimlik inşa etme zorunluluğunu getirerek bazıları için dayanılmaz bir yük oluşturmuştur. Yani modern idealler birey açısından *“hem güçlendirici hem de bunaltıcı”dır; biyolojik yatkınlıkları, bu külfetin baskısıyla birleşince ruhsal çöküntüye yol açabilmektedir.
Greenfeld’in vurguladığı gibi, modern bireyde kimlik sorunu tıpkı Durkheim’ın tanımladığı anomi gibi köksüzlük duygusuna ve anlam krizine neden olur. Sonuçta bu anomi, toplumdan kopukluk hissi, aşırı içe kapanma veya düşünceyle hareket arasındaki uyumsuzluk biçiminde klinik bozukluklara yansır. Greenfeld, modern toplumun bu yapısal açmazının kimi bireylerde şizofreni ve mani/depresyon gibi ağır hastalıklara yol açtığını ileri sürer. Bu çerçevede kültürel belirlenimcilik vurgulanır: Batı kültürü, bir bakıma bazı insanların “aklını kaybetmelerine” neden olabilecek bir kapasite içerir.
Eserin genelinden çıkarılacak sonuç, modern dünyada bireysel kimlik kurmanın ve özerk yaşam beklentilerinin artan bir ruhsal maliyeti olduğudur. Greenfeld’in görüşü, akıl hastalığını basit bir beyin hastalığından ziyade, toplumsal- kültürel dönüşümlerin ürünü bir kriz olarak görmemizi önerir. Bu bakış, ruh sağlığı politikalarında kültürel ve eğitimsel müdahalelerin önemini vurgulayan önerilere de kapı aralayabilir. Zira Greenfeld, sürdürülebilir önlemler kapsamında modern bireylerin kimlik yapısını güçlendirecek eğitim programları önerir.
Sonuçta Greenfeld, günümüzün çalkantılı kültürel ortamının bedelini ödeyen insanların hikâyesini anlatır. Eser, ruhsal bozuklukların sadece tıp biliminin alanı olmadığını; aynı zamanda kültürel ve politik yapılarla iç içe geçmiş kolektif bir mesele olduğunu gösterir. Modernlik ve milliyetçilikle birlikte gelen bu zihinsel “deli akıl” gerçekten de bir toplumun alameti sayılabilir. Greenfeld’in çalışması, ruh sağlığı alanında biyolojik determinizme indirgemeci yaklaşıma önemli bir eleştiri getirirken kültürel faktörleri ön plana çıkararak çağdaş akıl hastalıklarının tarihsel ve toplumsal kökenlerini aydınlatmaya yardımcı olur.
Leave a Comment