Yeni Dünyalar Eski Metinler Kitabı Üzerine Yüksek Lisans Düzeyinde İnceleme
Kitabın Adı:Yeni Dünyalar Eski Metinler Geleneğin Gücü ve Keşiflerin Yarattığı Şaşkınlık Yazar :Anthony GraftonÇevirmen:Sayfa:296 Cilt:Ciltsiz Boyut:13,5 X 21 Son Baskı:07 Ağustos, 2023 İlk Baskı:07 Mayıs, 2018 Barkod:9786051068329 Kapak Tsr.:Kapak Türü:Karton Yayın Dili:Türkçe Orijinal Dili:İngilizce Orijinal Adı:Ancient Texts: The Power of Tradition and the Shock of Discovery
Yeni Dünyalar Eski Metinler Kitabı Üzerine Yüksek Lisans Düzeyinde İnceleme
Yeni Dünya Keşifleri ve Klasik Metinlere Hümanist İlgi
Rönesans dönemi Avrupalılarının coğrafi algısını değiştiren Waldseemüller 1507 haritası, Yeni Dünya’nın ayrı bir kıta olarak resmedildiği ilk örneklerden biridir. Hümanist düşünürler, klasik metinlerde şekillenmiş bir dünya görüşüne sahipti ve bu metinler doğa ve toplum bilgisinin otoriter kaynağı olarak görülüyordu. Ancak 15. ve 16. yüzyıllardaki coğrafi keşiflerle Avrupalılar Amerika kıtasını, yeni bitki ve hayvan türlerini, yerli uygarlıkları ve beklenmedik doğa olaylarını keşfetti. Anthony Grafton’ın vurguladığı gibi “1572’den sonraki kırk yıl içinde bilimsel otoritenin dengesi yavaş yavaş kaymıştır”; yeni gözlemler, gökyüzünün değişmez olduğu gibi eski inanışları çürüttü ve 17. yüzyıl başında çoğu bilim insanı, kadimlerin modernlerden daha çok şey bildiğine artık inanmıyordu. Bu çalışma, Rönesans hümanistlerinin klasik metinlere dayalı bilgi anlayışını ve Yeni Dünya bulgularının bu anlayışta yarattığı sarsıntıyı tarihsel, felsefi ve bilimsel bağlamda incelemektedir.
Hümanist Geleneği ve Metinsel Otorite
Rönesans hümanistleri, Antik Yunan ve Roma yazarlarının eserlerine büyük saygı duydu. Cicero, Plinius, Ovidius, Aristoteles ve Ptolemey gibi klasik otoriteler “kutsal” kitaplar gibi kabul edilir, eğitimin temelini oluştururdu. Anthony Grafton’a göre, hümanistler antik metinlerdeki bilgiyi kendilerinin de hakimi olduğu sürekli ve canlı bir geleneğin parçası olarak gördüler. Bu bakış açısı, entelektüel süreklilik anlayışının temeliydi: Klasik metinler geçerliliğini yitirmemiş, aksine yeni yorumlara ve çalışmalara ilham kaynağı olmuştur. Grafton’ın başka bir eserinde vurguladığı gibi, Antik eserler “hem filoloji hem felsefede yaratıcı çalışmaları teşvik etmeye devam etmiştir” ve hümanistler bu metinleri bilim ve öğrenmeye güç veren bir temel olarak görmüştür. Örneğin Grafton, hümanistlerin metin eleştirisi ve araştırmacı yöntemi aracılığıyla sadece edebiyat ve ahlakla sınırlı kalmayıp, yeni bilimsel disiplinlerin de gelişimine katkıda bulunduğunu göstermiştir. Bu dönem düşünürleri, kitaplarda yazılı kadim bilginin tek hakikat olduğunu savunmakla birlikte, aslında o bilgi geleneğini yeni düşünceyle birleştirerek modern bilginin inşasına zemin hazırlamışlardır. Godfrey Hodgson da Grafton’ı aktardığı bağıntıyla “Ortaçağ’ın kitap otoritesinin egemen olduğu dünyasından ampirik kanıta dayanan modern dünyaya geçiş”in ele alındığını belirtir.
Hümanist metinsel otorite anlayışında metinler kutsal kabul edilir; hümanistler, metinlerde yazılı olanları doğrudan yorumlamak yerine eleştirel bir süzgeçten geçirerek yeniden incelemiştir. Bu tutum, metin eleştirisi ve klasik kaynakların doğru anlamının araştırılması yoluyla entelektüel sürekliliği korumayı amaçlamıştır. Grafton’ın işaret ettiği gibi, klasik metinlere yapılan bu titiz analizler yüzyıllar boyunca bilimsel bilginin de gelişmesine katkıda bulunmuştur. Özetle, Rönesans hümanistleri için antik metinler değişmez hakikat deposu değil, bilginin dönüşümü ve gelişmesi için birer araçtı; bu bakış açısı hem entelektüel sürekliliği sağladı hem de yeni keşiflere açık bir temel sundu.
Yeni Dünya Keşiflerinin Yol Açtığı Bilgi Krizi
1492’den itibaren İspanyol ve Portekiz denizcilerinin Atlantik Okyanusu’nu aşarak Yeni Dünya’yı keşfetmesi, hümanist bilgide büyük bir şok etkisi yarattı. Amerika kıtasındaki coğrafya, iklim, bitki örtüsü, hayvanlar ve toplumlar, kadim metinlerin hiçbirinde yer almayan gerçeklerdi. Grafton’ın gözlemlediği gibi, bu keşifler “eskinin temellerini sarstı ve Avrupalıları yeni kanıta dayalı bilgi anlayışına zorladı.” Örneğin, kıtanın şekli ve iklimi Ptolemaios’un dünyaya ilişkin tarifleriyle örtüşmüyordu. Waldseemüller’ın 1507’de yayımladığı haritada Yeni Dünya ayrı bir kıta olarak gösterilirken, Avrupa’nın artık dünyayı yalnızca antikçağ bildikleriyle tanımlayamayacağı açıkça görülmüştür. Bu harita, Amerigo Vespucci’nin gözlemlerini temel alarak, eski bilgilerin yetersiz kalabileceğini tüm dünyaya kanıtlamıştır.
Yeni Dünya’daki egzotik bitkiler ve hayvanlar (örneğin tütün, mısır, patates, hamamböceği) hiçbir antik yazında tarif edilmemişti. Grafton, çalışmasında fetih seyahatlerinin entelektüel etkisi üzerine geniş bölümler ayırır; deneyim bazlı bilgilerin eski metinlerde bulunmayan tütün, yeni otlar, sifiliz gibi maddeler hakkında bilgi verdiğini not eder. Bu tür bulgular, bilimsel ve tıp metinlerinde klasik otoritelerin bilmediği veya yanlış tanımladığı yeni gerçeklere işaret ediyordu. Örneğin sifiliz hastalığının varlığı, antik hekim Galen’in tarif etmediği yeni bir gerçekti. Yeni dünya yazarları da bunları kendi gözlemleriyle tanımlayıp kayda geçirdiler. Bu durum, hümanist bilgi geleneğinin metinlerde kapalı kaldığı kanısının sarsılmasına yol açtı.
Coğrafi keşifler aynı zamanda eski astrono-metreolojik bilgilerle de çatıştı. Daha önce Avrupa’da üç kıtadan oluşan sabit bir dünya modeli benimsenmişken, Yeni Dünya’nın varlığı Ptolemaios’un “dünyanın eksenindeki katı gök küreleri” modeline meydan okudu. Grafton, 1572 sonrasında keşfedilen yeni gezegen ve kuyruklu yıldızların “gökyüzünün değişmez olduğu” düşüncesini yok ettiğine dikkat çeker. Benzer şekilde, İspanyol kâşiflerin gözlemleri antikçağ meteoroloji anlayışını da şaşkına çevirdi: Örneğin Jesuit seyyah José de Acosta, mart ayında tropiklerde o kadar soğuk hava ile karşılaşınca “Aristoteles’in Meteorolojisi’ne ve felsefesine gülmekten başka ne yapabilirdim?” diye yazmıştır. Yeni Dünya’nın gerçekleri, Aristotelesçi iklim anlayışının ve diğer klasik bilimsel kanıtların sorgulanmasına neden oldu. Kısacası, sömürgeci gezginlerin doğrudan deneyimlediği yeni gerçekler, metinlere dayanan eski bilgi sisteminin ötesinde bir kanıt kümesi sundu ve entelektüel otoritenin akılla sınanmasını gündeme getirdi.
Epistemik Kırılma ve Bilimsel Yenilik
Rönesans’ın sonlarından itibaren ortaya çıkan yeni keşifler, salt coğrafi bir değişimin ötesinde devrimsel bir epistemik kırılmayı simgeliyordu. Grafton’ın da vurguladığı gibi, 16. yüzyılın ortasından 17. yüzyılın başına uzanan dönemde “batılı düşünürler kitaplarda tüm önemli gerçekleri bulabileceklerine artık inanmamaya başladılar.” Bu kırılmanın en çarpıcı örnekleri doğa bilimlerinde görüldü. Kopernik’in heliosentrik sistemi (1543), gezegenlerin Güneş etrafında dönmesi fikriyle antikçağ gök görüşünü temelden değiştirdi. Galilei’nin teleskobu ve Newton’un fiziğiyle evrenin düzeni tamamen yeniden düşünüldü. Sağlık bilimlerinde de paradigmatik değişimler yaşandı: William Harvey’in kan dolaşımını keşfi (1628) kalbin yapısını antik görüşlerin ötesinde anlamlandırdı. Hodgson’ın aktardığı gibi, bu dönemde “önemsiz iki örnek dışında antiklerin modernlerle aynı şeyi bildiğine artık inanılmaz hale geldi”. Bu bilimsel devrimler, hümanist öğrenim geleneğini önemli ölçüde altüst etti.
Yeni Dünya keşifleri bu genel dönüşümün bir parçasını oluşturdu. Grafton’ın yaptığı vurgulardan biri, kıtalar ötesi keşiflerin klasik otoriteye doğrudan saldırısıdır. Örneğin antik yazarlar Yeni Dünya’yı tanımadığı için, fetihçiler bazen haritalarına canavarlar veya hayalî kabileler resmediyordu (Hodgson’ın tabiriyle “Here be dragons”). Ancak bir yandan da “yüzülemeyen” denizleri doğru gösteren haritalar, deneysel bilgiye dayanıyordu. İspanyol rahip José de Acosta’nın yaptığı gibi, hümanistler yeni gözlemlerle klâsik öğretileri uzlaştırmaya çalıştı. Acosta, hem incil hem antik kaynaklar temelinde ilerlemeye gayret ederek, Amerika kıtasındaki iklim ve toplulukları anlatmaya çalıştı. Ancak Acosta’nın vakası, klasik bilgiyle Yeni Dünya deneyimi arasında uzlaşının zor olduğunu gösterir: Acosta’nın ifadelerine göre “Yeni Dünya gerçekleri genellikle Eski Dünya felsefesiyle çelişiyor veya Katolik doktrinle uzlaşmakta zorlanıyordu”. Bu nedenle birçok hümanist düşünür, kitabın sunduğu eski otoritelere olan inancı yitirmeye başladı.
Bilginin Yeniden İnşası ve Süreklilik
Tüm bu kırılma ve sarsıntılara rağmen, hümanist geleneğin tamamen ortadan kalktığını söylemek mümkün değildir. Grafton’ın analizinde, klasik kültürün bilimsel bilginin yapısını sağlamlaştırmaya devam ettiği görülür. Hümanistler, yeni keşiflerin yarattığı sorularla yüzleşirken bile akıllarını kadim metinlerle beslediler. Örneğin dersliklerde Plinius ya da Aristoteles tartışılırken, cesur gezginlerin gözlemleri karşısında bu metinlerin kapsamı yeniden değerlendirildi. Bu süreçte entelektüel süreklilik adı verilen durum ortaya çıktı: Bilginin birikimi aksamadan devam ederken, içerik ve yöntemler yeniden şekillendi. Grafton bir başka çalışmasında bu noktaya dikkat çeker: “Hümanizm, köklü ve canlı bir unsur olarak Avrupa kültüründe 18. yüzyıla dek varlığını sürdürdü”; klasik metinlere odaklı titiz çalışma, bilimle el ele vererek modern öğrenmeyi inşa etti. Örneğin filoloji ve eleştirel yöntemlerdeki beceriler, yeni keşiflerin kayıt altına alınmasında, haritaların daha doğru yapılmasında, antik kaynaklarla karşılaştırmalı çalışmalarda etkili oldu. Böylece entelektüel miras ve yeni deneyim arasında bir köprü kurulmaya çalışıldı.
Tarihsel olarak, hümanistlerin antik geleneğe bağlılığı paradoksal biçimde inovasyonun da kaynağı oldu. Kadim metinlerdeki boşlukları ve hataları tespit eden hümanistler, bunları düzeltmek ya da genişletmek için yenilikçi fikirler geliştirdiler. Örneğin antik haritalarda eksik kalan coğrafi bilgiler, gezgin raporlarıyla beslenerek güncellendi. Hümanistler ayrıca yeni bitki ve hayvanların sınıflandırmasında antik teşhis sistemlerini kullandılar ve bu sınıflandırmalara yeniler eklediler. Bu bakımdan klasik bilgi bir setten çok birer araçtı; hümanistler metinleri bir şablon gibi kullanıp deneysel bilgiyi bu şablonlara yerleştirerek entelektüel sürekliliği korumaya gayret ettiler. Birleşik bir süreç içinde, geleneksel ve modern yaklaşımlar birbiriyle diyalog halinde evrildi.
Klasik Bilgi ile Yeni Keşifler Arasındaki Epistemolojik Gerilim
Rönesans sonrası dönemde ortaya çıkan en derin çatışmalardan biri, antik otoritelerden gelen bilgi ile Yeni Dünya deneyimleri arasındaki epistemolojik gerilimdi. Bir yanda Aristoteles ve Plinius gibi yazarların evren tasvirleri, diğer yanda doğrudan gözlemden elde edilen veriler birbirine zorla uyumlandırıldı. Hümanistler çoğunlukla bu uyumsuzluğu klasik öğreti ile kutsal metinler arasında bir sentez kurarak aşmaya çalıştı. Örneğin ayın karanlık tarafında yaşayan insanlar ya da deniz ortasında büyük kara parçaları olduğu gibi antikçağ mitleri, Amerikalı yerlilerin varlığıyla yeniden yorumlanmaya çalışıldı. Ancak çoğu durumda bu çabalar yetersiz kaldı; sonuçta Avrupalılar, kendi inanç ve bilimsel paradigmalarını tüm dünyaya genellemenin sınırlarını görmek zorunda kaldı.
Epistemolojik gerilim, dinî düşünceyi de etkiledi. Yeni Dünya’daki yerliler ve onların gelenekleri, Hz. Adem’den geldiği düşünülen insanlık soy ağacına nasıl uyacaktı? Oto-kronoloji sorunları hümanistleri meşgul etti. Hümanistler, Yeni Dünya hakkında antik metinlere dair hiçbir delil olmadığı için eski yazarların sadeliğine dahi başvurdular; bazıları Mısır’ın Tanrısı Osiris’in Amerika’ya kaçtığı efsanesini pekiştiren metinlere rastlamaya çalıştı. Öte yandan misyonerler, Hıristiyanlığın evrenselliğini kanıtlamak için kıtanın yaratılış hikayesiyle nasıl bağdaştığını tartıştı. Bu süreçte hem klasik bilgiye hem de yeni bulgulara sadık kalanlar (örneğin Cizvit bilim insanları) ile deneyimi öne alanlar arasında fikir ayrılıkları yaşandı.
Sonuç olarak, Rönesans insanlarının dünyayı anlama çabası bir uçta metin otoritesine, diğer uçta ampirik gözleme yaslandı; aradaki gerilim, modern bilimin doğmasını mümkün kıldı. Grafton’ın ifadesiyle, “tanıklık ve metinsel otorite arasındaki savaş” olarak görülebilecek bu dönemde, son kertede akıl ve deney yerleşti. Hümanistler bu zorlu yolculukta ne saf bir Orta Çağ kozmopoliti ne de tamamen radikal bir modernist oldular; Aksine, gelenek ile yeniyi birleştiren ara bir zihinsel harita çizdiler. Bu, entelektüel bir ikişeylilikten çok, devam eden bir devrim süreciydi.
Sonuç
Anthony Grafton’ın New Worlds, Ancient Texts kitabında gösterdiği üzere, Rönesans ve erken modern dönemde Avrupa düşüncesi iki kutup arasında gidip geldi: Biri metinlere dayalı klasik geleneğin gücü, diğeri keşif yoluyla elde edilen ampirik bilginin ihtişamı. Sonuçta kültürel ve bilimsel devrim, bu iki anlayışın çatışmasından doğmuştur. Hümanistler, eski metinlerdeki otoriteyi sorgulamak zorunda kaldıkça, bilginin kaynağının genişlediğini gördüler. Öte yandan klasik eğitim ve metodoloji, yeni bilginin anlaşılmasında hâlâ temel araçlar olarak kaldı. Grafton’ın örnekleriyle görüldüğü gibi (Jose de Acosta’nın Aristoteles’i felsefesini mizahla eleştirmesi, Yeni Dünya doktoralarının altüst olması vb.), antik metinlerin gücü zayıflarken, entelektüel süreklilik kopmadı; geleneksel ve yenilikçi öğeler iç içe geçerek modern bilginin temellerini attı. 16. yüzyılın epistemik kırılmalarında insanist miras ve Yeni Dünya bulguları arasındaki gerilim, günümüz bilim ve düşüncesinin şekillenmesinde kilit rol oynamıştır. Özetle, Avrupalı hümanistler klâsik metinlerle kurdukları ilişkiyi koruyup dönüştürürken, Yeni Dünya keşifleri bu sürekliliği test etmiş ve bilimin gelişiminde itici bir güç olmuştur.
Leave a Comment