Alan Barnard’ın History and Theory in Anthropology Üzerine İncele
Kitabın Adı:Yeni Dünyalar Eski Metinler Geleneğin Gücü ve Keşiflerin Yarattığı Şaşkınlık Yazar :Anthony GraftonÇevirmen:Sayfa:320 Cilt:Ciltsiz Boyut:13,5 X 21 Son Baskı:29 Mayıs, 2020 İlk Baskı:29 Mayıs, 2020 Barkod:9786051719009 Kapak Tsr.:Kapak Türü:Karton Yayın Dili:Türkçe Orijinal Dili:İngilizce Orijinal Adı:Ancient Texts: The Power of Tradition and the Shock of Discovery
Alan Barnard’ın History and Theory in Anthropology Üzerine İnceleme
Alan Barnard’ın History and Theory in Anthropology (Antropolojide Tarih ve Kuram) adlı eseri, antropoloji disiplininin kuramsal gelişimini tarihsel bağlamı içinde kapsamlı biçimde ele alan temel bir kaynak olarak kabul edilir. Barnard antropolojiyi çok bilinçli bir tarihsel geçmişe sahip bir disiplin olarak görmekte ve alanın büyük tartışmalarının tarihî bağlamlarını, kuramlar ile düşünce okullarının kökenlerini ve birbirleriyle ilişkilerini titizlikle incelemektedir. Bu incelemede, Barnard’ın kitabında öne çıkan başlıca teorik yaklaşımlar –evrimcilik, difüzyonizm, işlevselcilik, yapısal işlevselcilik, yapısalcılık, kültürel görelilik, Marksist antropoloji, postmodernizm ve çağdaş teoriler– Barnard’ın sunumu doğrultusunda ele alınacaktır. Ayrıca yazarın tarihsel çerçeveyi nasıl kurguladığı, düşünce okulları arasındaki süreklilik ve kopuşları nasıl yorumladığı, farklı kuramcıları nasıl konumlandırdığı ayrıntılı biçimde tartışılacaktır. İnceleme, bir tezin yapısal akışını izleyerek Giriş, Kuramsal Çerçeve, Ana Analiz Bölümleri (yaklaşımlar bazında), Yaklaşımlar Arası Karşılaştırmalar ve Sonuç bölümleri ile ele alınacaktır.
Kuramsal Çerçeve
Barnard’a göre antropoloji tarihi ele alınırken diyakronik ve senkronik perspektiflerin ayrımı önemlidir. Evrimcilik ve difüzyonizm, zaman içinde değişimi vurgulayan diyakronik yaklaşımlar iken; yapısalcılık, işlevselcilik gibi yaklaşımlar belirli bir dönemdeki toplumsal düzeni anlamayı amaçlayan senkronik perspektiflerdir. Barnard’ın düzenlemelerine göre, kitabın ilk bölümleri (evrimcilik ve difüzyonizm) daha çok diyakronik tarihe odaklanırken; sonraki bölümler toplumsal yapının ve kültürün yapısal analizine kaymaktadır. Örneğin, 3. bölüm (Changing perspectives on evolution) evrimci antropolojinin yükselişi ve gelişimini tarih boyunca ele alır; 5. ve 6. bölümler ise işlevselcilik ve yapısal işlevselcilik ile eylem merkezli, süreçsel ve Marksist yaklaşımları statik ve dinamik boyutlarıyla tartışır. Daha sonraki 7–10. bölümler ise kültüre odaklanır: kültürel görelilik, yapısalcılık, post-yapısalcı ve yorumlayıcı/postmodern yaklaşımlar ağırlıklı olarak kültürel analiz bağlamında incelenir. Bu geçişle Barnard, antropolojide tarih içinde toplumsal vurgu yapan (diyakronik) yaklaşımdan zaman kesiti içinde kültürel analiz yapan (senkronik ve interaktif) yaklaşıma doğru bir dönüşüm gözlemler. Nitekim Barnard, hem antropolojik fikirlerin sürekliliğini hem de kopuşlarını vurgulamayı hedefler; öncüler ile sonraki kuşaklar arasındaki ortak yönlerin yanı sıra bazen ortaya çıkan kırılmaları da belirtir. Örneğin, Boas’ın kültürü paylaşılan bilgi bütünü olarak ele alışı Radcliffe-Brown’un toplumu ilişki ağları olarak yorumlayışından temelde farklı sorulara yol açmıştır, ancak Barnard günümüzde her ikisinin de antropoloji sorularına katkıda bulunduğunu belirtir.
Bu çerçevede Barnard, antropolojinin tarihini incelerken büyük kuramcıların ve düşünce geleneklerinin rollerine de vurgu yapar. Kitabın ana hatları, paradigmatik bir örgütlenme taşır: İlk olarak antropolojinin erken (öncü) görüşleri, sonra 19. yüzyılın evrimci ve difüzyoncu tartışmaları, ardından 20. yüzyılın toplum merkezli (işlevselci ve yapısal işlevselci) yaklaşımları, daha sonra “öznellik” (kültürel) alanına yönelen relativizm, yapısalcılık vb. ve son olarak yorumlayıcı/postmodern dönüşümler ele alınır. Barnard’ın bu tarihsel akışa gömülü yaklaşımı, antropoloji kuramlarının birbirine hem süreç içerisinde bağlandığını hem de bazen radikal kopuşlar içerdiğini vurgular.
Evrimcilik ve Difüzyonizm
Barnard’ın anlatımına göre antropolojide evrimcilik uzun süre disiplinin hakim paradigması olmuştur. Evrimcilik, kültürün zamanla artan karmaşıklığına odaklanan bir bakış açısıdır. Barnard, antropolojik evrimcilik düşüncesinin dört ana akımını tanımlar: tek çizgisel evrimcilik, evrensel evrimcilik, çok-çizgili evrimcilik ve Neo-Darwinizm. Tek çizgisel evrimcilikte tüm toplumların aynı evrimsel aşamalardan geçeceği varsayılırken; evrensel evrimcilik, belli aşamaların tüm toplumlarda genel olarak tekrarlandığını ileri sürer. Çok-çizgili evrimcilik (örn. Julian Steward) ise farklı coğrafyalardaki toplulukların kendi ekolojik koşulları doğrultusunda ayrı gelişim yolları izleyebileceğini savunur. Neo-Darwinizm ise biyoloji kökenli yeni evrimci yaklaşımları içerir (örneğin sosyobiyoloji ve simgesel kültürün kökeni araştırmaları). Barnard’a göre bu evrimci fikirler 19. yüzyılda Morgan, Tylor, Frazer gibi isimlerin çalışmalarında belirgindi; örneğin Tylor, “kalıtımlar” ve survivals kavramlarıyla kültürün ilkel ögelere dönüşünü incelemiştir (Tylor’ın çalışmalarını Barnard şu sözlerle açıklar: “Tylor, ‘animizm’den – insan ruhunun cansız nesnelerin içinde var olduğu inancından – şeytanlara ve tanrılara yapılan kurbanlara kadar dini evrimi evrimci bir şema içinde ortaya koydu” ve bu evrimci düşünce günümüzde bir paradigma olarak hâlâ etkinliğini korumaktadır). Ancak 20. yüzyılın ortalarında özellikle Amerikalı antropologlar (örneğin V. Gordon Childe, Leslie White, Julian Steward) evrimci düşünceyi yeniden canlandırmışlar; Barnard bu gelişmeyi “evrimciliğe dönüş” olarak niteler.
Difüzyonizm ise evrimciliğe alternatif olan, kültürel öge ve buluşların bir toplumdan diğerine aktarımı üzerinden kültür farklılıklarını açıklamaya çalışan bir perspektiftir. Barnard, difüzyonizmin “insanlığın sadece bir kez şeyler icat ettiği ve ardından bunların göçler ya da kültürlerarası aktarım yoluyla yayıldığı” varsayımına dayandığını belirtir. Buna karşıt olarak klasik evrimcilik, her toplumun aynı ögeleri kendiliğinden (farklı hızlarda da olsa) ortaya çıkarabileceği düşüncesini savunur. Difüzyonizm 1930’lara doğru önemini yitirse de, geride kültür bölgesi (culture-area) kavramı gibi kalıcı katkılar bırakmıştır. Barnard, bu kültür bölgesi yaklaşımlarının sonradan hem Boasçı etnografya, hem evrimci model (Steward) hem de yapısal/yapısal işlevselci gelenek içinde benimsendiğini vurgular. Örneğin, Boas’ın Kuzey Amerika yerlileri üzerinde yaptığı kapsamlı kültür alanları araştırmaları bu geleneğe örnek oluşturur.
Barnard, evrimcilik ve difüzyonizm arasındaki tartışmayı tarihsel bir bağlamda sunarken, bu yaklaşımların ardışık mı yoksa birbirine paralel mi oldukları sorusunu da ele alır. Bir yanda 19. yüzyılda dünya kültürlerini tek bir seyir içinde gören tek çizgisel evrimciler; diğer yanda ögelerin sürekli yayılımı üzerinde duran difüzyonistler bulunur. Barnard bu iki perspektifi “diyakronik” bir spektrumda yerleştirir; yani ikisi de tarih boyunca kültür değişimini anlamaya çalışır, ancak biri yenilikleri içeriden açıklarken diğeri dışarıdan (komşu toplumlar aracılığıyla) açıklar. Sonuç olarak, Barnard’a göre her iki yaklaşım da antropolojinin tarihini şekillendiren önemli miraslardır ve sonraki kuşaklar bunlardan esinlenerek “kültür bölgeleri” ve karşılaştırmalı çalışmalar geliştirmişlerdir.
İşlevselcilik ve Yapısal İşlevselcilik
-
yüzyılın ilk yarısında, özellikle Britanya antropolojisinde işlevselcilik ve yapısal işlevselcilik ön plana çıkmıştır. Barnard bu terimleri şöyle ayrıştırır: Dar anlamda işlevselcilik Bronisław Malinowski ve takipçilerinin (örneğin R. Firth) görüşlerini kapsar; bireylerin ihtiyaçları ve davranışları ile sosyal kurumların bu ihtiyaçları nasıl karşıladığı arasındaki ilişkiyi inceler. Örneğin Malinowski, Kargalar Kabileleri Arasında (1922) adlı çalışmasında, toplumun ekonomik ve dini kurumlarını bireylerin biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılama açısından ele almıştır. Buna karşıt olarak yapısal işlevselcilik (Radcliffe-Brown sonrası Britanya okulunda yaygın) daha çok sosyal kurumların toplumdaki rolüne ve toplumsal düzenin sürekliliğine odaklanır. A.R. Radcliffe-Brown’un kuramında toplumu bir “işlevler bütünlüğü” olarak değerlendirme eğilimi vardı; bu, toplumun organik bütünlüğünün toplumsal kurumların üstlendiği işlevlerle açıklanmasını içerir. Barnard, Radcliffe-Brown’un eserini “bireysel eylemden çok toplumsal yapının kendisini inşa etmeye yönelik” olarak niteler.
Barnard işlevselcilik ile yapısal işlevselcilik arasındaki sınırın keskin olmadığını da vurgular. Radcliffe-Brown’un öğrencilerinden bazıları kendilerine “yapısal işlevselci” derken, diğerleri “işlevselci” terimini benimsemiş; hatta 1950’lerde “Britanya yapısalcılığı” deyimi, aslında Radcliffeçi yapısal işlevselciliği Fransız yapısalcılığından ayırmak için kullanılmıştır. Bu karışıklık, karşılaştırmalı çalışmalardaki benzerliklerden kaynaklanmıştır. Radcliffe-Brown ve Malinowski’nin her ikisi de toplumdaki normların bütünlüğüyle ilgilendiği için aralarında örtüşmeler vardı; Barnard’a göre “her iki akım da insan ruhunun birliği fikrine dayanır”.
Malinowski’ya odaklanan işlevselcilik, saha çalışması ve etnografik gözleme büyük önem verir. Barnard Malinowski’yi “Amerikan antropolojisindeki Boas ne ise Britanya’da Malinowski oydu” biçiminde anımsatır. Malinowski’nin çalışmaları, bireysel davranışların ekonomik ve ailevi bağlamlardan güç alarak açıklanabileceğini gösterdi. Örneğin Malinowski, sosyal kurumları (evlilik, din, ekonomi vb.) duygusal ve biyolojik ihtiyaçların tatminiyle ilişkilendirerek toplumu bir ihtiyaçlar sistemi olarak analiz etti. Radcliffe-Brown ise Malinowski’den farklı olarak toplumsal kurumları daha çok “sistemin birbirine bağlı organları” olarak gördü ve toplumsal yapıya ilişkin daha soyut düzeyde açıklamalar geliştirdi. Barnard bu iki geleneği birbiriyle kıyaslarken, Malinowski’yi “daha iyi bir araştırmacı” ve yerinde gözleme önem veren bir teorisyen; Radcliffe-Brown’u ise toplumsal yapının mantıksal analizine eğilen bir düşünür olarak tanımlar.
Yapısal işlevselcilik geleneği içinde, Radcliffe-Brown’un yanında E.E. Evans-Pritchard, M. Fortes, J. Goody gibi isimler önemli rol oynamıştır. Barnard, bu isimlerin çalışmalarında yapısal işlevselciliğin toplumsal kurumların düzenleyici işlevlerine odaklandığını belirtir. Örneğin Evans-Pritchard’ın Nuer’deki askerî örgütlenme üzerine analizi, toplumsal kurumların birbirleriyle ilişkisini çözerek toplumu sürdüren kuralları aydınlatmayı hedeflemiştir. Barnard’a göre her iki akım da antropolojide fonksiyonel bakış açısına katkıda bulunmuş; işlevselciliğin biyolojik ve psikolojik ihtiyaç vurgusu ile yapısal işlevselciliğin toplumsal bütünlük vurgusu arasında gidip gelmiştir. Barnard ayrıca bu geleneklerin velev ki sonraki dönemlerde sarsılmış olsa da, güncel antropolojide hâlâ miraslarının sürdüğünü vurgular (örneğin kültürel ekoloji ve sembolik antropoloji gibi akımlar işlevselci düşüncelerden esinlenmiştir).
Kültürel Görelilik ve Bilişsel Antropoloji
Barnard’ın 7. bölümü “Görelilikten Bilişsel Bilime” başlığını taşır. Bu bölümde kültürel görelilik kavramı ayrıntılı biçimde tartışılır. Barnard’a göre modern antropolojide görelilik en çok Franz Boas ve takipçilerinin çalışmalarıyla özdeşleşir. Boas, kültürleri birbirinden farklı bilgi sistemleri olarak görmüştür. Barnard, Boas ve öğrencilerinin “kültürel göreliliğin klasik biçimini” ortaya koyduğunu; 20. yüzyılın ilk yarısında Amerikan antropolojisinin baskın paradigmasını bu anlayışın oluşturduğunu belirtir. Boas ve yandaşılar, Batı dışı toplumların zenginliğini vurgulamış, bu kültürlerin “ilkel” değil, başka değerlere göre gelişmiş olduğunu savunarak ırkçı ve milliyetçi ideolojilere karşı çıkmışlardır. Ayrıca Boas okuluna bağlı dilbilimciler (Whorf vb.) dil-kültür ilişkisi üzerinden bilişsel göreliliğe yönelmiş; psikolojik antropologlar ise ahlaki ve normatif göreliliğe eğilmiştir.
Barnard’a göre kültürel görelilik, antropolojide tanımlayıcı (descriptive), normatif ve epistemolojik olarak sınıflandırılabilir (bu sınıflandırmayı Spiro’dan alır). Tanımlayıcı görelilik, bütün kültürlerin kendine özgü bakış açıları olduğunu kabul eder. Normatif görelilik, bir kültürün değerlerini başka kültürün normlarıyla kıyaslamanın anlamsız olduğunu savunur. Epistemolojik görelilik ise bilginin kültüre bağlı olduğunu ileri sürerek en radikal yaklaşımı temsil eder. Barnard, Boas’ın ve Evans-Pritchard’ın normatif (özellikle bilişsel) göreliliği benimsediğini, kültürlerin kendi değer ve düşünme biçimleriyle yorumlanması gerektiğini kabul ettiğini belirtir. Yani Boas ve takipçilerine göre, toplumsal olgular ancak o toplumun kendi bağlamı içinde anlaşılabilir. Bu bakış açısı, kültürel determinizmin yaygın olduğu bir dönemde bilimsel anlayışlara karşı çıkar ve “tüm bilimin etnosbilim olduğu” gibi güçlü iddialara zemin hazırlar.
Barnard ayrıca 20. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan yorumlayıcı antropoloji ve postmodernizm ile birlikte göreliliğin yeni boyutlar kazandığını vurgular. Clifford Geertz gibi kültürel antropologlar yorumlayıcı yaklaşımı benimseyerek antropolojiyi beşeri bilimler içinde konumlandırmış; Geertz, kültürü bir metin gibi yorumlama metaforu getirerek antropologun başka bir kültürden “anlamlar tercüme etmesi” gerektiğini savunmuştur. Barnard’a göre Evans-Pritchard da antropolojiyi bir bilim olmaktan ziyade beşeri bilim olarak ele almış, antropologların kültürleri “çeviri” yoluyla anlamaya çalışması gerektiğini belirtmiştir. Bu yorumlayıcı dönüşüm, kültürel göreliliğin bir uzantısı sayılabilir; çünkü kültürler arası anlam farklılıklarının çözümünde evrensel bir kuram yerine bağlamsal yorum öne çıkarılmıştır.
Marksist Antropoloji
Barnard’ın 6. bölümü “Eylem Merkezli, Süreçsel ve Marksist Perspektifler” başlığını taşır ve bu bölümde Marksist antropoloji ele alınır. Marksist yaklaşım, 1950’lerden itibaren birçok antropoloğu yapısal işlevselci ve evrimci yaklaşımlardan dönüştürmüştür. Barnard, Marksizm’in antropolojideki statüsünün “belirsiz” olduğunu söyler; çünkü Marksist antropologlar birçok farklı gelenekten unsurlar taşımışlardır. Örneğin Barnard’a göre Marx ve Engels’in düşünceleri, evrimci tarih ve difüzyon fikirleriyle iç içe geçmiştir; toplumsal evrimin kaçınılmazlıkları ve geçmiş devrimlerin aktarımı, Marksist perspektif içinde yer alır. Aynı şekilde, Marksizm toplumsal yapıları kendi içinde işlevsel bir bütün olarak gören bir perspektiften esinlenmiş; toplumu kendiliğinden düzenleyen bir sistem olarak algılayan anlayış, Marx’ın kapitalizmin tarihsel gelişimi fikirleriyle örtüşür.
Barnard’a göre Marksizm’in bir diğer boyutu da görelici unsurlar içerir: Her üretim biçiminin kendi ideolojisini geliştirdiğini ve bu ideolojinin “yanılsama”ları içinde anlaşılması gerektiğini savunur. Bu anlamda, Marksizm farklı kültürlerin kendi iç mantıklarıyla ele alınmasını önermekle birlikte, bu ideolojileri “yanlış bilinç” olarak da değerlendirebilecek bir perspektif sunar. Ayrıca, Avrupa’da özellikle 1960’larda gelişen yapısalcı Marksist akımlar (örn. Althusser’den etkilenenler) Marxizm’e yapısalcı düşünceleri eklemiştir. Barnard’a göre, bu karma yapı nedeniyle Marksist antropoloji tek başına dar bir okul değildir; evrimcilikten işlevselciliğe, yapısalcılığa kadar pek çok geleneğin izlerini taşır.
Örnek olarak, Barnard Leslie White’ın 1930–1970 arasında Michigan Üniversitesi’nde kurduğu okulu anlatırken, bu evrimci okulu “kayıkçı bir evrimcilik” (fishing expedition) olarak değerlendirenlere karşı Marksizm’e yöneldiğini belirtir (bkz. [6†L42-L44] civarı). Genel olarak Barnard, Marksist antropologları –örneğin Eric Wolf, Eleanor Leacock, Maurice Godelier gibi– toplumsal eşitsizlik ve değişim süreçlerine odaklanan bir perspektifle tanımlar. Marksist düşünce, Amerikan antropolojisinde 1960’lar ve sonrasında etkili olmuş; bununla birlikte, Barnard’ın altını çizdiği üzere, Marksizmin antropolojideki etkisi yapı ve süreç fikrini birleştiren karmaşık bir etki olarak sürdürülmüştür.
Yapısalcılık ve Post-yapısalcılık
Yapısalcılık, 20. yüzyılın ortalarında özellikle Fransız antropolojisinde öne çıkmış, anlamı unsurdan çok öğelerin kurduğu ilişkiler dizisi içinde gören bir yaklaşımdır. Barnard, yapısalcılığa Saussure’ün dilbiliminden geçen bir entelektüel gelenek olarak yaklaşır. Yapısalcılıkta desen (pattern), içeriğe (substance) tercih edilir; bir yapı içinde ögelerin nasıl birleştiği anlam oluşturur. Barnard, yapısalcı yaklaşımın yapısal işlevselciliğe göre farkını şöyle ifade eder: “Yapısal işlevselcilik toplumsal ilişkiler içindeki düzeni bulmaya çalışırken, yapısalcılar hem düşünce yapılarına hem de toplumsal yapıya ilgi duyar. Dahası, Radcliffe-Brown’ın yapısal işlevselciliği büyük oranda tümevarımsal (induktif) iken, yapısalcılar genellikle belirli öncüllerden hareket ederler”.
Yapısalcılığın antropolojiye yansımasının en karakteristik örneği Claude Lévi-Strauss’tur. Barnard’a göre Lévi-Strauss, kültürün iç mantığını ve bunun ötesindeki evrensel yapıları incelemiştir. Örneğin, akrabalık ilişkileri üzerine yaptığı çalışmalar, dönemin en “yapısallaştırılmış” kültür alanlarından biri olan akrabalık sistemini analiz ederek kültürler arası benzerlikleri ortaya koymayı amaçlar. Barnard, Lévi-Strauss’u “en ünlü ve en tipik yapısalcı düşünür” olarak tanımlar. Lévi-Strauss, toplumları ağaç veya grafik gibi düşünerek zihinsel yapıları açığa çıkarma stratejisi izlemiştir. Örneğin İlkel Yapılar kitabında evlilik kurallarını kültürün özü olarak görüp topluluklar arası eşitsizlikleri sistematik olarak ortaya koymaya çalışmıştır (Barnard, o kitabın akrabalık kuramını tartışarak, “Lévi-Strauss ile birlikte yapısalcı düşünce antropolojiye damgasını vurdu” der).
Barnard yapısalcılıkla yapısal işlevselcilik arasındaki ilişkiye de değinir. Örneğin Radcliffe-Brown’ın teorisinin akrabalık terminolojisi üzerine ilk aşamalarının yapısal işlevselcilik olarak kalırken, sonraki dönemlerde bu terminolojiye daha yapısalcı bir vurgu getirdiğini belirtir. Ayrıca Barnard’a göre Fransız yapısalcılığı, dikkatini soyut yapıları tüm kültürel yapıların ötesinde ararken; Britanya’da “yapısalcılık” adıyla anılan akım aslında Lévi-Strauss’un yöntemlerini benimseyen bir pratiktir. Barnard, 1960’larda Britanya’da Lévi-Straussçu kuramı benimseyenlerin kendilerine “Britanya yapısalcısı” dediğini, bu tabirin aslında “Fransız yapısalcılığının Britanya versiyonu” olduğunu kaydeder.
Post-yapısalcılık, yapısalcılığa yönelik eleştirel ve genişletici bir dönüştürücü harekettir. Barnard’ın 9. bölümü bu akımları içerir (örneğin Jean-Paul Sartre, Jacques Derrida, Michel Foucault’nun etkileri antropolojiye de taşınmıştır). Barnard’a göre post-yapısalcılar, yapısalcılığın “formalizminden” uzaklaşarak akıl, bilinçaltı, güç ilişkileri gibi konuları ön plana çıkarmışlardır. Örneğin Foucault’nun iktidar ve bilgi konusundaki fikirleri antropolojik analizlere yansımış; Barnard, postmodern antropolojinin önemli bileşenlerinden birinin Foucault’dan türetilen güç kavramı olduğunu belirtir (bkz. Orientalism, Occidentalism, and Globalization metni). Feminizm de post-yapısalcı eğilimlerin bir parçası olarak görülür: Barnard, bazı feminist antropologların yapısalcılığı kökenler ve güç ilişkileri açısından eleştirdiğini ve yeniden değerlendirdiğini yazar. Örneğin Jane Collier ve Michelle Rosaldo’nun çalışmalarında toplumsal cinsiyet hiyerarşilerinin kaynağına yapılan vurgu, örgütlü yapılar kadar tarihsel ve güç temelli dinamiklere işaret eder. Barnard’a göre post-yapısalcı ve feminist yaklaşımlar, yapısalcılığın kökenler arayışını korumakla birlikte onu genişleterek yapıyı eylemle, güçle ve tarihsel süreçle ilişkilendirir.
Yorumlayıcı ve Postmodern Yaklaşımlar
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren antropoloji içinde yorumlayıcı (interpretivist) ve postmodern dönüşümler görüldü. Barnard, 10. bölümde bu yaklaşımları inceler. Özellikle Evans-Pritchard ve Clifford Geertz’in çalışmaları işaret değerdedir. Barnard, Radcliffe-Brown öldükten sonra Britanya antropolojisinde dört yönlü bir evrim yaşandığını belirtir: Bunlardan biri, Evans-Pritchard’ın antropolojiyi bir bilim olmaktan çıkarıp beşeri bilimlere yaklaştıran yorumlayıcı bakışıdır. Evans-Pritchard’a göre kültürler artık grammer (yazılacak yasalar) değil, başka kültürlerin ürettiği “diller” gibi algılanmalı; antropolog bu dilleri tercüme etmeye çalışmalıdır. Benzer bir yaklaşım Geertz’le de ABD’de güçlenmiştir. Geertz’e göre kültürler metaforik “gramerler” değil, iletişimsel “diller” olarak ele alınmalı; antropologların bu dilleri yorumlayarak diğer kültürlere uygun anlamlar üretmesi gerekir. Bu yönelim, daha önceki yapısal bakışların karşısına, kültürel metinlere vurgu yapan daha yumuşak analizleri koymuştur.
Fransa’da ise 1960’lardan itibaren yapısalcılık entelektüel “modernizmin son kalesi” olarak görülmüş, yerini postmodern akımlara bırakmıştır. Barnard’a göre 1970’lerden sonra dünyada “sessiz bir devrim” olmuş, eskiden mutlak bilgi hiyerarşilerine olan inanç kırılmıştır. Artık büyük kuramların (modernizmin) hükmüyle anlatacak yer olmadığı, her şeyin metin ve söylem olduğu düşünülmeye başlanmıştır. Bu fikirler antropolojiye 1970–80’lerde yayılmıştır. Örneğin Marcus ve Geertz’in editörlüğündeki Writing Culture (1986) derlemesi, antropolojideki etnografik anlatılara reflexif bir eleştiri getirmiştir; Barnard bu süreci kapsayan bir şekilde değerlendirir. Sonuç olarak, postmodern antropoloji güç ilişkilerine odaklanır, nesnelliğe şüpheyle bakar ve bir anlamda önceki kuramların reddini içerir.
Bu dönemde antropolojinin kendi entelektüel temellerine yönelik eleştiriler de yükseldi. Barnard, örneğin küreselleşmenin ve sömürgecilik sonrası eleştirilerin antropolojinin sorgulanmasına yol açtığını belirtir. Örneğin Robert Borofsky’nin “Occidentalism” (1994) gibi çalışmalar, Batılı antropologların kendi toplumlarını gözden kaçırma eğilimini eleştirmiştir (Barnard, Borofsky’yi nazaran, “gözlemleriyle öteki toplumları titizlikle anlatırken, kendi batı toplumlarına basitleştirilmiş kavramlarla yaklaştıklarını” kaydeder). Normale dönüştürdüğü occidentalizm, yani Batı’nın antropolojik mercekte ‘öteki’ olarak algılanması eleştirisi, Barnard’a göre postmodern dönemde ortaya çıkan önemli gündemlerden biridir. Küreselleşme, iletişimin artmasıyla birlikte antropologların yeni çalışma alanı haline gelmiş, “kalıcı, global akışlar” incelemeleri doğurmuştur. Barnard’a göre artık antropoloji sadece yerel “ötekiler” değil, aynı zamanda kendi toplumunu ve tüm dünyayı anlamaya çalışır hale gelmiştir.
Karşılaştırmalar
Barnard’ın anlatısında farklı kuramsal gelenekler arasındaki etkileşim ve karşıtlıklar ön plandadır. Örneğin evrimcilikle difüzyonizm, Barnard’a göre tarihsel tartışmanın iki uç noktası iken, her ikisi de kültür değişimini anlamaya çalışan çabalar olarak ele alınır. İşlevselcilikle yapısal işlevselcilik ise birbirine yakın ama vurguları farklı akımlar olarak verilir (Malinowski bireyi, Radcliffe-Brown yapıyı ön plana çıkarmıştır). Yapısalcılık ve yapısal işlevselcilik arasındaki bağlantılar ise her ikisinin de Durkheimcı “toplum organizması” metaforundan beslendiği ve zaman zaman birbirinin terminolojisini ödünç aldığı belirtilerek vurgulanır. Barnard ayrıca Levi-Strauss’un yapısalcılığını Britanya işlevselci geleneğinden ayırmak için kavramsal çizgiler çizer: 1960’larda Britanya antropologlarının Lévi-Strauss’a kayıp kendilerine “İngiliz yapısalcıları” dediğini, aslında Fransız yapısalcılığın bir versiyonu ortaya çıktığını yazar.
Kültürel görelilik ile ılımlı evrenselcilik arasında da bir tartışma vardır. Barnard’a göre Boasçı görelilik, insanlığın entelektüel birliği fikrine meydan okurken; Lévi-Strausscu yapısalcılık Evrenseller aramış ve kültürler ötesi yapıları vurgulamıştır. Barnard, yapısalcının “yaratıcı” evrenselcilikle (komünist evrimcilik çağrışımı) eski evrimcilerden farklı bir bağlamda benzer soruları yeniden sorduğunu ifade eder. Örneğin, Boas Amerika’da ırkçılığa karşı kültürel eşitliği savunurken, Lévi-Strauss evrensel akıl yapıları bulma peşindeydi. Barnard, bu farklılıkları göstererek yapısalcılık ve göreliliğin antropolojik sorularda bir süreklilik (her ikisi de kültürün ortak yönleriyle ilgilenir) ve kopuş (yaklaşımlarının ontolojik önkabullerinin farkı) arası gerilim olarak okuyabileceğimizi belirtir.
Marksist antropoloji bağlamında Barnard, Marx’ın kendisi ile Fransız Marxi arasında süreklilik ve kopuşları vurgular. Örneğin, Marx’ın toplumsal evrim fikri ile aynı dönemdeki evrimci görüşler arasındaki ilişkiyi çizer; ama Marx’ın işçi ve sermaye analizini toplumsal işleyişin dışsal bir faktörü olarak ele alışı Marksizmi yapısalcılığa yaklaştırır. Barnard bu çelişkileri gösterirken, aynı zamanda yapısalcı Marksist akademisyenler (Fransız okul vs. Anglo-Amerikan antropoloji) arasındaki farklılıkları da irdeler. Bir örnek olarak, Claude Meillassoux (Fransız antropolog) Radcliffeçi yapısalcılığı ailenin tarihsel dönüşümü bağlamında eleştirmiş, böylece yapısalcılığa tarihsel materyalist bir bakış açısı eklemiştir. Barnard, bu örneklerle Marksizm ile yapısalcı antropoloji arasındaki etkileşimi somutlaştırır.
Postmodernizm bağlamında ise Barnard, Derrida’dan Foucault’ya, Ortner’dan Abu-Lughod’a dek eleştirmenleri konumlandırır. Örneğin Ortner, Lévi-Strauss’un “ona göre bakılanların evrensel temsili” modelini toplumsal cinsiyet perspektifinden eleştirirken, Barnard Ortner’ın yapısalcı evrensellik anlayışına karşı feminist görelilik önerdiğini yorumlar. Postmodernizmin genel eleştirisi olarak da Barnard, antropolojiye eleştirel geriye bakış kazandıran Writing Culture hareketini örnek gösterir. Bu karşılaştırmalı analizler, Barnard’ın tarih boyunca farklı okulların birbirini nasıl sorguladığını ve dönemsel soruların değiştikçe kuramların evrildiğini ortaya koyar.
Sonuç
Alan Barnard’ın History and Theory in Anthropology kitabı, antropolojinin kuram tarihine hâkim olan başlıca akımları kapsamlı ve dengeli bir biçimde sunar. Barnard, antropoloji tarihini işlerken disiplinin erken düşünenlerinden günümüzün postmodern eleştirmenlerine kadar geniş bir yelpazeye yer verir. Her kuramsal yaklaşımın bağlamını belirginleştirerek, büyük figürlerin katkılarını vurgular ve fikirler arasındaki süreklilik-kopuş ilişkilerini analiz eder. Bu incelemede Barnard’ın evrimcilik, işlevselcilik, yapısalcılık, kültürel görelilik, Marksizm ve postmodernizm gibi yaklaşımları nasıl sunduğu ele alınmıştır. Barnard’a göre antropolojinin ana akımları birbirini takip eden bir gelişme dizisinden ziyade çoğu zaman eş zamanlı ve örtüşen perspektiflerden oluşmuştur; bu bakış açısı kitabın genel çatısını oluşturur. Sonuç olarak, Barnard’ın çalışması antropoloji tarihi üzerine bir “hikaye yazımının” (historiography) klasik örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. Yazar, her dönemin sorularını ve kavramsal çerçevesini titizlikle ortaya koyarak, antropolojik teorilerin zengin ve çok katmanlı gelişimini okuyucuya sunar. Bu inceleme de Barnard’ın analitik yaklaşımını izleyerek antropolojide kuramsal mirasın nasıl işlendiğine dair kapsamlı bir değerlendirme yapmıştır.
Kaynakça
-
Barnard, A. (2000). History and Theory in Anthropology. Cambridge University Press.
-
Barnard, A. (2012). History and Theory in Anthropology (2nd ed.). Cambridge University Press.
Leave a Comment