Norbert Elias’ın Almanlar Üzerine İncelemeleri Üzerine Akademik Değerlendirme
Kitabın Adı:Almanlar Üzerine İncelemeler 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla İktidar Savaşları ve Habitus Gelişimleri Yazar :Norbert EliasÇevirmen:Sayfa:512 Cilt:Ciltsiz Boyut:13,5 X 21 Son Baskı:11 Mayıs, 2023 İlk Baskı:11 Mayıs, 2023 Barkod:9786254497841 Kapak Tsr.:Editör:Kapak Türü:Karton Yayın Dili:Türkçe Orijinal Dili:İngilizce Orijinal Adı:Studien über die Deutschen: Machtkämpfe und Habitusentwicklung im 19. und 20. Jahrhundert
Norbert Elias’ın Almanlar Üzerine İncelemeleri Üzerine Akademik Değerlendirme
Norbert Elias’ın Almanlar Üzerine İncelemeler’ine Giriş
Norbert Elias’ın Studien über die Deutschen. Machtkämpfe und Habitusentwicklung im 19. und 20. Jahrhundert (Türkçe: Almanlar Üzerine İncelemeler: 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla İktidar Savaşları ve Habitus Gelişimleri) adlı eseri, Nazi Almanyası öncesinden İkinci Dünya Savaşı sonrası Federal Almanya’ya uzanan uzun bir dönemi, sosyolojik bir perspektifle ele alır. Elias’ın figürasyon (örgütlülük) kavramı ekseninde, Alman ulus kimliğinin oluşumunu, iktidar mücadelelerini, sosyogenez süreçlerini ve toplumsal habitus değişimlerini analiz eder. Bu eserde yer alan makaleler, esas olarak 19. yy. sonundan 20. yy. ortalarına dek Alman toplumundaki değişimleri konu alır. Örneğin, eserin İngilizce çevirisinde “Nazizm’in yükselişine dair büyük bir inceleme” olarak tanımlanan “uygarlığın çöküşü” başlıklı makale, Hitler dönemi Almanya’sını ele alır. Ayrıca “Devletin fiziki güç tekeli ve çöküşü” başlıklı makale, Weimar Cumhuriyeti’ndeki güvensizlik ve şiddet olaylarını inceler. Eser, Norbert Elias’ın Collected Works dizisinin 11. cildi olarak 2013’te yayımlanmış; Eric Dunning ve Stephen Mennell tarafından İngilizceye çevrilmiştir. Böylece hem orijinal Almanca metni hem de Elias’ın taslak İngilizce yazıları dikkate alınmıştır. Elias’ın bu geç dönem çalışması, Zygmunt Bauman gibi sosyologlarca da “muazzam” bir eser olarak nitelenmiştir.
Kavramsal Çerçeve: Elias’ın Figürasyonel Yaklaşımı ve Habitus Kuramı
Elias’ın sosyolojik yaklaşımı, birey-sistem ikiliğini reddeder; toplumsal yapıları insan figürasyonları (örgütlülükleri) olarak ele alır. Elias’a göre toplumsal hayat, özerk bireylerden ziyade içiçe geçmiş ilişkiler ağlarının ürünü olan “figürasyonlar”la kavranmalıdır. Bu bağlamda her bireyin kimliği, salt kendi iç dinamiklerinden değil, içinde bulunduğu tarihsel ve sosyal ağların şekillendirdiği bir habitusla karakterizedir. Elias habitusu, bir toplumun tarihsel gelişimini içselleştirmiş kişilik yapısı olarak tanımlar. Bu “kişilik yapısı” veya habitus, bireyin en hızlı tepki veren, içselleştirilmiş bölümüdür ve tarih boyunca değişime açıktır. Van Krieken, Elias’a atıfta bulunarak şunları belirtir:
“Elias’a göre toplumsal yaşamın yapısı ve dinamikleri, insanları özerk değil, birbirine bağımlı figürasyonlar olarak kavramsallaştırmadan anlaşılamaz; her figürasyon ise toplumsal ve tarihsel olarak özgün bir habitus (kişilik yapısı) formuyla karakterizedir”.
Burada “figürasyon”, bireyleri birbiriyle örülmüş sosyal ilişkiler ağı olarak tanımlarken, “habitus” onların bedensel-zihinsel alışkanlık ve eğilimler kümesini ifade eder. Elias’ın kuramında ayrıca, iktidar dengeleri (power-ratios) ve bağımlılıklar (interdependence) gibi kavramlar, sınıflar arası ya da gruplar arası güç mücadelelerini açıklamak için kullanılır. Bu kavramlar, geleneksel “toplum” ya da “sosyal sistem” gibi soyut kavramlara alternatif olarak geliştirilmiştir. Özetle, Elias süreci-dönüşümlü (processual) bir bakışla, toplumsal hayatı öngörülmemiş ama düzenli bir süreç olarak görür. Bu süreçte birey ve toplum bir bütün olarak ele alınır; bireysel bilinç ve hislerle, toplumsal örgütlenme ve güç ilişkileri iç içe ilerler.
Bu çalışmada bahsedilen sosyogenez terimi, genel olarak toplumların ortaya çıkışı ve bütünleşme süreçlerine işaret eder. Elias’ın uygarlık süreci kuramında bu, feodal parçalanmanın büyük devletlere dönüşmesiyle ilintilidir. Nitekim Elias’a göre, çok sayıda küçük, bağımsız feodal birimin merkeziyetçi modern devletlere dönüşümü gerçekleşmiştir; modern devletler, fiziksel güç üzerinde tekel kuran “hayatta kalma birimleri” olarak ortaya çıkmıştır. Yani Avrupa’da ekonomik ve güvenlik bağımlılıkları derinleştikçe, rekabet halinde kaotik küçük birimler daha büyük yapıların parçası haline gelmiştir. Bu çerçevede, bireylerin içselleştirdiği hayal kırıklığı, utanç, gurur gibi duygular ile ulusal vicdan süreçleri de, bu örgütsel dönüşümlerle birlikte şekillenmiştir. Elias ayrıca uygarlık sürecinin doğrusal olmadığını vurgular; tam tersine, uzun vadeli artan özdenetim eğilimlerine rağmen “aşama gerilemeleri” ve “uyuşturulmalar” söz konusudur. Örneğin II. Dünya Savaşı sırasında korku ve şiddet, gelişen özdenetim eğilimini geçici olarak tersine çevirmiştir. Bu bağlamda, bu eserdeki kavramsal çerçeveyi Elias’ın yukarıda özetlenen “medenileşme/medeniyetsizlik” dinamiklerine dayanan süreç sosyolojisi oluşturur.
Alman Ulus Kimliğinin Oluşumu ve Devletleşme Süreçleri
Elias’ın yaklaşımıyla Alman ulusunun kuruluşu, hem siyasal hem psikososyal düzeyde ele alınır. 19. yüzyılda çok sayıda bağımsız prenslikten oluşan Almanya’da, “Prusya geleneği” ve militarist aristokrasi büyük rol oynamıştır. Bismarck önderliğinde 1871’de tek bayrak altında birleşen Alman İmparatorluğu, modern merkezi devlet modeline doğru ilerleyen bir örnektir. Elias’a göre modern devletlerin doğuşu, silahlı çatışmalar ve rekabet yoluyla olmuştur. Gerçekten de, Alman İmparatorluğu’nun kurulması, 1870 Franco-Prus Savaşı gibi savaşların sonucuydu. Ancak önemli bir içgörüsü şudur: Elias, savaşların devleti yaratmak için yeterli olduğu halde, insanları entegre etmediğini vurgular. Ona göre “silahlı çatışmalar modern devletlerin doğuşuna yol açtı, fakat savaşlar halkı bütünleştirmeye, ulusları inşa etmeye tek başına yetmez”. Bu bakımdan, İkinci Reich’ın yasaları, bürokrasisi ve askeri disiplini bir devlet yapılsa da, Almanlar henüz bu devleti tam olarak kendi “biz” kavramlarıyla içselleştirmemişlerdi.
Elias, modern devletle ulus arasındaki farkı “nesnel entegrasyon” ve “öznel entegrasyon” olarak ayırır. Nesnel entegrasyon, askeri, ekonomik ve kurumsal bağlar aracılığıyla devletin büyümesini; öznel entegrasyon ise bireylerin kendilerini devlete ait hissetmesi, ortak bir ulusal kimliğin oluşmasını ifade eder. Ona göre, 19. yüzyılın sonlarına kadar Almanya’da devlet yapısı belirginleşmekle birlikte, çoğu insan hala eski siyasi kimliklerine (prenslik, sınıf veya bölge aidiyeti) bağlı kalıyordu. Modern ulus-devlet bilinci ancak parlamenter demokrasinin genişlemesiyle oluşacaktı. Gerçekten de Elias, “modern çok partili devletlerde bütün sınıfların parlamento temsilinin sağlandığı yirminci yüzyılda, vatandaşların devletlerini bir ‘biz’ birimi olarak görmeye başladığını” belirtir. Bu çerçevede, Birinci Dünya Savaşı’nın sonundaki yıkım ve Weimar Cumhuriyeti’nin demokratik reformları, Almanların devleti ‘biz’ olarak benimsemelerinin temelini oluşturmuştur.
Eserin içeriği, aynı zamanda dönemin iktidar mücadelelerini gösterir. Örneğin, imparatorluk dönemindeki “onur ve düello” gibi konular, aristokrasinin militarist kültürünün parçasıdır (Eser’in içindekiler listesinde “Onur, düello ve imparatorluk seçkinleri” başlığı vardır). Weimar’da ise Devletin fiziksel güç tekeli sarsılır; Freikorps gibi paramiliter gruplar, sokak çatışmaları ve ayaklanmalar toplumsal yapıyı istikrarsızlaştırır. Elias’ın analizinde, bu çalkantılı süreçlerde toplumsal habitus da dönüşür. Örneğin Burjuva sınıfının milliyetçi duyguları yükselir; “stahlhartes Gehäuse” (çelikten zırh) metaforu gibi ifadeler, Almanların duygusal dünyasında sertleşmeyi gösterir. Elias, bu dönemdeki “güç boşluğunu” toplumsal algılarla bağdaştırır; iktidar savaşları bireylerde hem korku hem de gurur duygularını beslemiştir. Bu durum, toplumun benlik yapısında (habitus) derin etkiler bırakır.
Birinci Dünya Savaşı Sonrası ve Weimar Cumhuriyeti
1918’de Alman İmparatorluğu’nun yenilgisi, alışılmış dengeyi bozdu. Versailles Antlaşması’nın ağır koşulları, hiper enflasyon ve işsizlik, toplumsal kargaşa ve topluluk duygusunda düşüş yarattı. Weimar Cumhuriyeti döneminde eski devlet otoritesi erozyona uğradı. Elias’ın yorumu, bu kırılmanın kişinin iç dünyasına yansımasını içerir: Uzun süre bastırılmış şiddet dürtüleri tekrar su yüzüne çıktı ve toplumsal normlar gevşedi. Onun uygarlık süreci kuramına göre bu, “uygarlığın çöküşü” momentlerinden biridir. Eserdeki bir makale “uygarlığın çöküşü” başlığını taşımakta ve Nazi öncesi yılları ile Yahudi soykırımını tarihsel bir parlaklık ve iç karartıcılık kontrastıyla ele almaktadır (çeviri notlarına göre bu makale özellikle Nasyonal Sosyalizm’i inceler).
Weimar’da ayrıca kuşak çatışması görüyoruz. Elias’a göre genç kuşak, savaş travmasının ağırlığını taşıyan yaşlı kuşağa karşı isyan etti. Bu eleştirel tutum, 1970’lerdeki “kimlik sorunları”na ve “terörizm”e kadar uzanır. Örneğin derleme içinde “Batı Almanya’da Terörizm: Kuşaklararası Çatışmanın İfadesi” başlıklı bir makale yer alır. Dolayısıyla Elias, İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman gençliğinin, Nazi mirasıyla ve ondan kaynaklanan utançla baş etme çabasını da sosyolojik lensinden değerlendirmiştir. Batı Avrupa’nın diğer büyük güçlerinin sömürgecilik ve iç savaş miraslarıyla başa çıkma deneyimleriyle (İngiltere, Fransa, Hollanda) kıyaslandığında, Elias’a göre Almanların deneyimi özel bir “utanç mirası” içermektedir.
Nazi Dönemi: Uygarlığın Çöküşü ve Habitus’un Değişimi
Elias’a göre Nazizm, Alman medeniyet sürecinde dramatik bir geri çekilmedir. Bu dönemde devletin şiddet tekelinin kötüye kullanılması (SS, Gestapo vs.) bireysel sınırlama mekanizmalarını altüst etmiştir. Kollektif düzeyde korku tavan yapmış; “üstün ırk” ideolojisi bir tür kitle coşkusu yaratmıştır. Elias bu durumu, Berlin Duvarı sonrasının “post-nasyonal” tartışmalarına yaptığı vurguyla analiz ederken, aynı zamanda kendi uygarlık süreci kuramını da doğrular nitelikte değerlendirir. O, medeniyet sürecinin herhangi bir aşamada tamamen kesintisiz olmadığını, tam tersine “regresyonlar” ve şiddet patlamaları içerdiğini belirtmiştir. Özellikle Hitler dönemine ilişkin olarak yazdığı “uygarlığın çöküşü” bölümü, bu fikri ayrıntılı biçimde işler.
Sosyolojik açıdan bu dönemdeki değişim, Alman habitusunda derin bir kırılmaya işaret eder. Sadece siyasal yapı değil, bireylerin beden ve ruh kontrol yöntemleri de değişmiştir. Elias’ın daha önceki Uygarlık Süreci çalışmasında (1939/1969) Avrupa genelinde artan utangaçlık eşiği ve içkin özdenetim eğilimlerinden bahsettiği bilinir. Ancak Nazi döneminde bu eğilimler tersine dönmüştür; kitlesel barbarlık eşik değerlerinin kalktığı görülmüştür. Eserdeki diğer makalelerden biri “savaş sonrası Avrupa’da resmileşme (enformalistleşme) ve geleneksel davranış normlarında değişim” konusunu işler. Buradan hareketle, Elias Almanya’da bireylerin kendilerini dış dünyadan ayıran ‘kapsüller’inin parçalanmasını gözlemlemiştir. Yani uzun süre içselleştirilmiş toplumsal kısıtlamalar yerini kaotik şiddet ortamına bırakmış, birey-toplum ilişkisi temelden değişmiştir. Sonuç olarak Nazizm, Elias’a göre Alman medeniyet deneyiminde istisnai bir kırılma noktası olarak değerlendirilir.
İkinci Dünya Savaşı Sonrası Almanya: Bölünme, Travma ve Yeniden İnşa
Savaş sonrası Almanya, doğu ve batı olmak üzere iki ayrı siyasal kimliğe bölündü. Batıda Federal Almanya Cumhuriyeti demokratik bir düzende yeniden yapılanırken, sosyalist Doğu Almanya başka bir gelişim çizgisini benimsedi. Elias özellikle Batı Almanya’nın sosyo-kültürel dönüşümüne odaklandı. Almanlar Üzerine İncelemeler adlı eserin bir bölümünde, Federal Almanya’daki toplumsal güvenlik duvarının yükselişini ve yeni kuşakların geçmişten aldıkları yükü konu alır.
Bu dönemde kolektif travma yönetimi öne çıktı. Almanya, Nazi suçlarıyla yüzleşirken “kusursuz tarih” modelinden uzaktı. Elias, bunun diğer büyük güçlerin koloniyal hataları veya devrim benzeri kırılmalarıyla kıyaslanabilecek bir süreç olduğunu vurgular. Örneğin başka bir çalışmasında Fransız Devrimi ile Alman deneyiminin benzerlik ve farklarını sorgulamıştır. Genel olarak, Batı Almanya’da demokrasi, refah devleti ve entegrasyon mekanizmaları, toplumsal bağların yeniden inşasında rol oynamıştır. Elias’ın perspektifinde, savaş sonrası dönemde Almanlar devleti içselleştirmede daha üst düzeye ulaşmışlardır. Bununla birlikte yüzleşme süreci (Vergangenheitsbewältigung) uzun vadeli bir psikososyal süreç olarak ele alınır.
Elias’ın Yaklaşımı ve Teorik Değerlendirme
Almanlar Üzerine İncelemeler, Elias’ın toplumsal süreçler teorisini Alman tarihine özgün biçimde uygular. Yazarın sosyolojik bakışı, önceki çalışmalarından tanıdığımız kavramları yeniden kullanır. Örneğin Uygarlık Süreci’ndeki sosyogenetik analiz, burada Almanya özelinde yorumlanır. Elias, Nazizm’i “uygarlığın çöküşü” olarak değerlendirirken, yükselen kuşakların terör pratiğini kuşak çatışmasının uzantısı sayar Bu yaklaşım, diğer sosyologlardan (örneğin Dahrendorf, Bauman) farklı olarak, doğrudan tarihsel olayları geniş uzun dönemli eğilimlerle ilişkilendirmeye yöneliktir. Zaten eserin editörleri, bu çalışmayı 1980’lerdeki Alman “Tarihle Hesaplaşma” tartışması (Historikerstreit) bağlamında değerlendirirler. O dönem, Almanya’nın tarihi üzerine Marksist ve normatif okumalardan çok, sosyolojik bakışın önemi konuşulmuştur.
Elias bu eserde de figürasyonel sosyolojinin ana fikrini sürdürür. Onun için toplumsal olaylar ancak kişilerarası bağımlılıklar ve güç dengeleri gözetilerek anlaşılabilir. Kullandığı kavramlar da buna göre şekillenir: kültür yerine uygarlık, toplum yerine şebeke/bağlılıklar veya figürasyon, birey yerine parçaları birbirine iliştirilmiş benlik gibi terimler öne çıkar. Örneğin Elias’a göre bireyin “aşkın bağımsızlık” fikri, gerçek tarihsel figürasyonların ancak öznel algıyla nasıl tutarsız kalabildiğini görmezden gelir. Oysa bir kişinin özgürlüğü ve duyguları, hiç değilse kısmen, doğduğu aile, eğitimi, milliyeti gibi bağlı olduğu büyük şebekelerin şekillendirdiği davranış eğilimlerinden (habitus) bağımsız düşünülemez. Bu bakımdan Elias, toplumsal hayatın “kapalı kişilik” varsayımını reddederek “açık kişilik” fikrini savunur: İnsanlar hiçbir zaman tam bağımsız değildir, hayatları boyunca başka insanlara bağlı kalır ve onlara ihtiyaç duyar.
Bu çerçevede, Almanlar Üzerine İncelemeler’de Alman tarihinin her aşaması, o dönemin figürasyonları ve birikmiş habitusları bağlamında çözülür. Örneğin “Ulus ve Milliyetçilik” başlıklı yazısında, oluşan Alman kimliğinin milliyetçiliğe dayandığını, buna karşılık elitlerin arkaik köken kodlarına sıkı sıkıya bağlı kaldığını gösterir (ekler kısmında “arisokratik kanıt” belgeleri yer alır). Yine “Devlet ve Şiddet” başlıklı kesitte, Weimar’da devlet tekeli çökerken ortaya çıkan anarşinin toplumsal alışkanlıklarda nasıl bir boşluğa yol açtığını tartışır. Özetle Elias, yukarıda sayılan kavramlar üzerinden Alman modernleşmesini tanımlar.
Eleştirel bakışla değerlendirildiğinde, Elias’ın bu eseri hem güçlü yönlere hem sınırlamalara sahiptir. Güçlü yanları, tarihsel olayları psikososyal analizle ilişkilendirmesi ve tekil olayların arkasındaki uzun dönemli eğilimleri göstermesidir. Fulbrook’un belirttiği üzere, Elias bu eserinde “Almanların belirginliğini, geniş tarihsel süreçlerle (devletleşme, toplumsal yapı değişimleri) bireyin kendilik karakteri arasında genel ilişkiler kurmaya çalışarak ele alır”. Bu sayede, örneğin Nazizmin yükselişi sadece politik bir olay değil, nesiller boyu biriken akran-destek ve aşiretçi tutumların sonucu olarak açıklanır. Öte yandan, eleştirmenler bazen Elias’ın bu sentezi çok soyut bulur; çünkü eser, çok sayıda anekdota ve kavramsal yoruma dayanan bir dizi makaleden oluşur, sistematik bir açıklama zinciri yerine esnek bir anlatı sunar. Ayrıca, Alman tarihindeki toplumsal farklılıklar (Doğu-Batı ayrımı, sınıf ve göçmenlik gibi) eser boyunca ayrıntılı biçimde ele alınmaz; fokus genellikle “Batı Alman haberi” üzerindedir. Elias’ın yöntemi, somut belgelere dayalı tarihçilerin yönteminden farklı olarak, daha çok alımlayıcı bir tarih felsefesi sunduğu için eleştirilebilir.
Sonuç
Norbert Elias’ın Almanlar Üzerine İncelemeler çalışması, Alman ulusunun modernleşme yolculuğunu, iktidar savaşlarını ve habitus dönüşümlerini tarihsel sosyoloji bakış açısıyla bütünleştirmeye çalışan geniş kapsamlı bir girişimdir. Kitap, Almanya’nın 19. yy. sonundan II. Dünya Savaşı sonrası yeniden inşaya kadar uzanan dönemleri, birey ve toplumsal yapı arasındaki karşılıklı etkileşimler olarak değerlendirir. Gerek “devletleşme süreçleriyle ulus kimliğinin örtüştüğü” durumlar, gerekse Nazizm gibi olağanüstü durumlarda uygarlık sürecinin tersine döndüğü anlar, Elias’ın perspektifinden açıklanır. Öte yandan başka yaklaşımlar milliyetçilik veya ekonomik faktörler üzerinde dururken Elias, “sosyolojik” literatüründe öne çıkardığı figürasyon ve habitus kavramlarıyla Almanya’nın trajedisini inceler. Bu yönüyle, eserin son derece özgün ve ilginç olduğu, Fulbrook’un belirttiği gibi “Alman kimliği ve toplumsal yapıları geniş tarihsel süreçlerle ilişkilendirmeye” yönelik çabada yatmaktadır. Kısacası Elias, uygarlık süreci kuramını Alman tarihi özelinde ustaca kullanmış; Alman örneğinde toplumsal içkin süreçlerin hem normalleşmeyi hem de anormal şiddeti nasıl ürettiğini göstermiştir. Bu derinlikli inceleme, figürasyonel sosyolojinin çerçevesi içinde Alman tarihini yeniden kavramaya katkıda bulunur ve literatüre kapsamlı bir bakış açısı kazandırır.
Leave a Comment