Christine Woodhead'in The Ottoman World Eserinin Yüksek Lisans Seviyesinde İncelenmesi



 


Kitabın Adı:
Osmanlı Dünyası 
Yazar             :
Christine Woodhead 

Çevirmen:
Sayfa:
680 
Cilt:
Ciltsiz 
Boyut:
16 X 23,5 
Son Baskı:
31 Ağustos, 2023 
İlk Baskı:
31 Ağustos, 2023 
Barkod:
9786254497124 
Kapak Tsr.:
Editör:
Kapak Türü:
Karton 
Yayın Dili:
Türkçe 
 
Orijinal Dili:
İngilizce 
Orijinal Adı:
The Ottoman World 



Christine Woodhead'in The Ottoman World Eserinin Yüksek Lisans Seviyesinde İncelenmesi

Giriş

Christine Woodhead’in editörlüğündeki The Ottoman World adlı derleme, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını, çokkültürlülüğünü ve devlet mekanizmalarını vurgular. Woodhead’a göre Osmanlı İmparatorluğu, 500 yılı aşkın bir süre boyunca Orta Doğu’nun (İran hariç), Kuzey Afrika’nın ve Güneydoğu Avrupa’nın büyük kısmını kapsayan bir coğrafyada hüküm sürmüş; bu dönemde “etnik, dinsel ve dilsel açıdan çeşitli toplulukları” çatısı altında birleştirmiştir. Bu çokuluslu imparatorluğun iç işleyişini anlamak için padişah egemenliği, saray ve bürokrasi, toplumun sınıflandırılması, farklı dinî topluluklar, hukuk sistemi, eğitim kurumları ve 17–19. yüzyıldaki modernleşme çabaları gibi temel unsurların incelenmesi gerekir.

Osmanlı’nın Siyasal Yapısı

Osmanlı Devleti, teorik olarak mutlak padişah egemenliğine dayanıyordu; padişah, eyaletler üzerinde en yüksek yetkiye sahipti. Şeriat’a göre padişah, “askeri, idari ve mali konularda kanun koyma yetkisine” sahipti ve şeriat hükümlerine aykırı olmamak koşuluyla istediği kanunu çıkarabiliyordu. Padişah, devletin tepe noktası olarak aynı anda yürütme ve yasama gücünü elinde tutuyordu. Ancak uygulamada yönetim “saray teşkilatı” adı verilen ayrı kurumlar ve Divan-ı Hümayun aracılığıyla yürütülürdü. Divan-ı Hümayun, sadrazam başkanlığında toplanan yüksek danışma meclisiydi; burada vezirler ve üst kademe bürokratlar devlet işlerini tartışır, ülke meselelerini karara bağlardı.

Saray örgütü de siyasal yapının merkezindeydi. İstanbul’daki Topkapı Sarayı, yalnızca padişahın ikametgâhı değil, aynı zamanda devlet yönetiminin simgesel merkeziydi. Harem ve Enderun gibi kurumlar saray hayatını şekillendirirken, Enderun İçi mektebi (Enderun Mektebi) saraya liyakatlı yöneticiler yetiştiren bir eğitim-hizmet akademisi işlevi görüyordu. Devşirme sistemiyle alınan gençler Enderun’da eğitim görerek zamanla saray ve ordunun üst kademelerine yükselir; böylece bürokrasinin ve ordunun temininde kapıkulu (saray askeri) kadrosu oluşturulurdu. Padişahın doğrudan ailesi olan şehzadeler ise hanedanın varisleri olarak saray içi eğitim alır, gelecek dönem hükümdar adayları olarak yetiştirilirdi. Özetle Osmanlı siyasal sisteminde padişahın iradesi her şeye hâkim olmakla birlikte, bu irade saray teşkilatı, Divan üyeleri ve dinî-hukukî kurumlar aracılığıyla dengelenir ve uygulanırdı.

Toplumsal Yapı ve Sınıflar

Osmanlı toplumu askeri ve ilmiye olarak anılan iki üst sınıf ile bunların dışında kalan genel halktan (reaya) oluşan bir hiyerarşiye dayalıydı. İlmiye sınıfı, medreselerde yetişip müderris, kadı, müftü, kazasker veya şeyhülislam gibi dinî-hukukî makamları dolduran ulema grubunu içerirdi. Seyfiye sınıfı ise ikiye ayrılırdı: birincisi “kapıkulu” kökenli memurlar (yeniçeriler, cenebeyleri, defterdarlarda görev alanlar gibi), ikincisi ise tımar beyliklerinden gelen sancakbeyleri, beylerbeyleri ve vezirler gibi üst düzey emirliklerdi. Bu sınıflar, yönetim ve ordu kadrolarının bel kemiğini oluşturuyordu. Ayrıca padişah ile divan üyeliği gibi konumlarda bulunanlar da genellikle kapıkulu kökenliydi.

Genel halk (reaya) ise Müslüman köylüler, şehirli esnaf, gayrimüslimler ve benzerlerinden oluşurdu. Halk sınıfı, Ağnam (yetişkin erkek) sayısı üzerinden alınan cizye (gayrimüslim erkeklerden alınan vergi) veya öşür (Müslüman erkeklerden alınan vergi) mükellefi olarak devlete yükümlüydü. İslam hukukuna göre ehl-i kitap sayılan Hristiyan ve Yahudi reayadan şarta bağlı olarak cizye ödeyenler, karşılığında can, mal ve ırz güvenliği garantisi alırdı. Böylece devlette farklı dinî topluluklar ekonomik olarak desteklenir, devlet ise bu gelirle düzenini korurdu.

Kadınların toplumsal statüsü geleneksel ve dinsel normlarca sınırlandırılmıştı. Osmanlı’da şeriat hukuku esas olduğundan kadınların miras ve yargı hakları erkeklere göre kısıtlıydı. Örneğin bir mahkeme karşısında iki kadının hakkı bir erkeğe eşit sayılırdı. Medreseler ve resmi okullar genellikle sadece erkeklere açıkken, kız çocukları sıbyan mekteplerine gidebiliyordu. Taşrada kadınlar erkekler gibi tarım ve dokumacılık yapmalarına rağmen yasal eşitlikten uzaktı. Tanzimat dönemine kadar (1839’dan sonra) resmi olarak eşitlik ilkesi getirilse de uygulamada bu durum kısıtlı kaldı. Sonuçta Osmanlı toplumu, askerî-idarî seçkinleri (yüksek asker ve memurlar) bir yana bırakıldığında, ulemanın ve geleneksel aile yapısının gölgesinde, kadın-erkek ve dinî farklılıklara dayalı katmanlı bir yapı sergilemiştir.

Kültürel ve Dinî Çeşitlilik

Osmanlı İmparatorluğu çok dinli ve çok kültürlü bir yapıya sahipti. Resmî görüşte, İslam hukuku imparatorluğun vazgeçilmez temeli olarak benimsenmiş olsa da, farklı inanç ve etnik gruplar, nispeten özerk cemaatler halinde örgütlenmişti. Bu çerçevede millet sistemi ile gayrimüslim topluluklara dinî özgürlükler tanındı. TÜBİTAK Ansiklopedisi’ne göre Osmanlı’da “millet sistemi” ifadesi, aslında “çok hukuklu” bir yapı değil, şeriat hukuku altında çokkültürlü bir toplumun tesisidiransiklopedi.tubitak.gov.transiklopedi.tubitak.gov.tr. Yani Rum, Ermeni, Yahudi gibi cemaatler dinlerini serbestçe ibadet edebilirler, kendi kilise veya sinagog disiplinleriyle gözetilirdi, ancak hukuken İslam devlet düzeninin emrine tabi sayılırlardı. Örneğin ehl-i kitaptan olan gayrimüslimler cizye ödeyerek “zimî” statüsüyle koruma altına alınır; aynı zamanda kanunî düzenlemelerde Müslümanlarla aynı esaslara tâbi tutulurduansiklopedi.tubitak.gov.transiklopedi.tubitak.gov.tr. Herhangi bir kanun yayımlandığında, açık hüküm konmadıkça gayrimüslimlere özel farklılık getirilmezdi. Böylece Osmanlı yönetimi, farklı inanç gruplarını İslam hukuku prensipleri çerçevesinde kendi rejiminde birleştirmiştiransiklopedi.tubitak.gov.transiklopedi.tubitak.gov.tr.

Etnik çeşitlilik de Osmanlı’nın ayırt edici özelliklerindendi. 19. yüzyıl başında bağımsızlaşan çok sayıda millet, modern “ulus” kavramıyla ifade edilen aidiyet duygusunu geliştirdikçe imparatorluğun çok-etnik yapısı daha görünür hale geldi. Baki Tezcan’a göre bu dönemde imparatorluğu oluşturan halkların Osmanlı otoritesine bağlılığı, modern anlamdaki millî aidiyetten ziyade başka dinamiklerle açıklanıyordu; o halde bir kişinin Osmanlı devletine sadakati, mensup olduğu “millet”ten ziyade dinî, dilsel veya toplumsal statü gibi faktörlerle yakından bağlantılıydıtaylorfrancis.com. Özetle, Osmanlı dünyası Batı’nın homojen millet devletlerinden farklı olarak bir “çokkültürlülük” modeli sunmuş; dini cemaatler sosyal ve hukuki örgütlenme için temel teşkil ederken, “millet” kavramı kısmen Batılı uluslaşma süreciyle ortaya çıkan yorumlardan ayrılıyordu.

Hukuk ve Adalet Sistemi

Osmanlı’da adalet sisteminin temeli İslam hukukuna dayanıyordu. Şer’i hukuk, padişahın kanunî faaliyetlerine üst sınır çizmişti. Nitekim Şeriat’a göre padişah, “şeriat hükümlerine aykırı olmamak koşuluyla” istediği kanunu koyabilme yetkisine sahipti. Padişah ancak özel hukuk (evlilik, miras vb.) alanında yeni düzenleme yapamazdı; bu alanlarda Şeriat hükümleri yüzyıllarca esas alınmaya devam etti. Yeni kanunlar (örfi kanunlar) çıkarken ulema sınıfı, özellikle kazaskerler ve şeyhülislam gibi yüksek din adamları padişaha danışmanlık yapardı. Ayrıca başbureaukrat “nişancı”, devlet kâğıt işlerini yönetmesinin yanı sıra örfî kanunların hazırlanmasında önemli rol üstlenirdi.

Osmanlı hukukunda kanunnameler önemli bir yer tutar. Örneğin II. Mehmet (Fatih) dönemiyle başlayan kanunname geleneği, temel yönetim ve vergi kurallarını kaleme almıştı. I. Selim ve I. Süleyman kanunnameleri de dönemlerinin düzenlemelerini içeriyordu. Taşrada her eyalet ve sancak için o bölgeye özgü koşulları yansıtan sancak kanunnameleri hazırlanırdı. Bu metinler arazi tasarrufu, vergi düzeni ve tımar sistemi detaylarını kapsıyordu. Kısaca, Osmanlıda “örfî kanun” uygulaması Şeriat’a uygunluk sınırları içinde padişahın tasarrufuydu.

Hukuk sistemi içinde kadılar (şer’i mahkemeler) gündelik adaleti sağlardı. Kadılar, kazaların en yüksek adli makamı olarak atanan ve Kadılar Kazaskeri denilen üst hukukçunun denetimi altındaydı. Divan-ı Hümayun ise gerek kabine gerekse temyiz mercii işlevi görüyordu. Gayrimüslimlerin kendi dinî liderleri (piskopos, haham vb.) cizye ödeyerek kendi cemaat içi sorunlarını çözerken, aynı zamanda Osmanlı mahkemelerine de başvurabilirlerdi. Ancak Osmanlı hukukunda vatandaşlık din temelli ayrımından çok “Ehl-i şer’” (Müslüman) ve “Ehl-i örf” (Müslümanlar dışındakiler) gibi sınıflandırma anlayışı geçerliydi. Özetle, Osmanlı’da adalet eşitlikçi bir anlayışla dağıtılırken, hem yönetenler hem de yönetilenler Şeriat’ın ve padişahın koyduğu sınırlar içinde hareket ederdi. 19. yüzyılın başlarında Batılı hukuk normları da Osmanlı düzenine girmeye başlamış, Tanzimat Fermanı gibi reformlarla modern hukuk anlayışına geçiş hedeflenmiştir.

Eğitim ve İlim Hayatı

Osmanlı’da eğitim sistemi büyük ölçüde İslam medrese geleneğine dayanıyordu. İlk kademede köy ve kasabalarda sıbyan mektepleri (ilkokullar) vardı; bunlarda Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenen çocuklar temel eğitim alırdı. Daha ileri derecede eğitim veren kurumlar medreselerdi. Medreseler, orta, lise ve yüksekokul düzeyinde öğretim sunar, sadece Müslüman öğrencilerin devam ettiği dini eğitim merkezleriydi. Süleymaniye, Edirnekapı Şehzadebaşı ve Sahn-ı Seman gibi devasa medrese kompleksleri, felsefe, tıp, hukuk, astronomi gibi çeşitli fen ilimlerinin okutulduğu üst düzey eğitim kurumlarıydı. Örneğin Fatih Sultan Mehmet, 1462–1470 arasında İstanbul’da Sahn-ı Seman Medreseleri’ni kurmuş, o dönemin önde gelen bilginlerinden Ali Kuşçu’yu müderris olarak davet ederek çeşitli ilimleri okutmuştur. Fatih ayrıca 1474’te Fatih Camii külliyesinde 800 ciltlik bir kütüphane açarak ilim birikimini teşvik etmiştir. Medreselerde ders veren müderrislerin atanmaları başlangıçta sadrazam ve kazasker inisiyatifinde iken, 1574’ten sonra şeyhülislamlar bu atamalarda yetkili hale gelmiştir.

Devletin ihtiyacı olan idari kadrolar Enderun Mektebi (Saray Okulu) mezunlarıyla, azınlık tüccarlar ve zanaatkârlar ise genellikle loncalarda yetişirdi. 17.–18. yüzyılda önemli bir şehirde yaşayan bir zanaatkâr ya da tüccar, loncası aracılığıyla mesleki eğitim alır, okuryazarlığı sınırlı da olsa edinebiliyordu. Örneğin Kayserili bazı tüccarların Arapça öğrenerek diplomasiye katıldıkları bilinmektedir. Ancak geniş halk kitlesinde genel okuryazarlık oranı düşüktü ve eğitimin önemli bölümü vakıf medreseler veya vakıf köyü mekteplerince sağlanıyordu. Bu sistemde öğrenci, derslerden sonra vakıf tarafından verilen bir maaş (müsadere) alarak geçimini temin ediyordu.

Ayrıca ilim hayatı saray ve medrese dışı kurumları da kapsıyordu. Osmanlı Türkçesi, devletin resmî ve edebî diliydi. Woodhead’e göre 17. yüzyıl civarında Osmanlı Türkçesi, Anadolu Türkçesinden gelişerek Farsça (eski idari-dil) ve Arapça (dinî-ilmî dil) etkisiyle zenginleşmiş, imparatorluğu İslam dünyasında konumlandıran prestijli bir bürokratik dil halini almıştı. Resmî yazışmalarda, şiir ve tarihi eserlerde bu kâğıt dil kullanılırdı. 19. yüzyılda reformcular, Osmanlı Türkçesindeki Farsça/Arapça yoğunluğunu eleştirerek sadeleştirme çabalarına girişmiş; 1928’de Latin harflerinin kabulüyle imparatorluk döneminin Osmanlı Türkçesi pratiğe veda etmiştir.

Osmanlı’nın Avrupa ve İslam Dünyasındaki Konumu

Coğrafi olarak Osmanlı İmparatorluğu, 16.–17. yüzyıllarda üç kıtaya yayılan bir güçtü. Avrupa’da Balkanlar, Asya’da Anadolu, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Mısır, Suriye, Hicaz’ı kontrol etmişti. Bu dönemde imparatorluğun sınırları batıda Cebelitarık’tan doğuda Basra Körfezi’ne, kuzeyde Avusturya-Macaristan’a, güneyde Sudan’a kadar uzanmıştı. Böylece Osmanlılar, Avrupa’nın güneydoğu cephesinde ve Akdeniz’de nüfuz sahibi oldular. Örneğin İkinci Viyana Kuşatması (1683) ile sınırlarını daha da ileri itmeye çalıştılar. Buna karşılık 1699 Karlofça Antlaşması’yla Balkanlarda ve Doğu Akdeniz’de önemli toprak kayıpları yaşandı.

Dinî açıdan 1517’de Mısır’ın fethinden sonra Osmanlılar, Mekke ve Medine’yi de ellerine geçirerek Halifelik iddiasını benimsediler. I. Selim döneminde Mekke’den getirilen Hırka-i Şerif gibi kutsal emanetlerin İstanbul’a taşınmasıyla padişahlar ilk kez halife unvanını kullandı. Bu gelişme, Osmanlı sultanını Sünni İslam dünyasının fiili lideri konumuna yükseltti. Böylece hem Avrupa’da “Doğu’nun hasta adamı” algısına karşı Osmanlılar kendilerini güçlü bir Müslüman devlet olarak tanıtırken, İslam coğrafyasında da Osmanlı otoritesi pekişti. Öte yandan Osmanlılar ile Şii Safeviler (İran) arasında da güç mücadelesi devam ediyordu; örneğin Çaldıran (1514) gibi savaşlarda Osmanlılar İran’a karşı üstünlük sağlamaya çalıştı. Sonuçta Osmanlı İmparatorluğu, hem Avrupa güç dengelerinde başat aktör oldu hem de İslam dünyasında İslamcı geleneği temsil eden bir nüfuz merkezi işlevi gördü.

İdari Reformlar ve Modernleşme Çabaları (17.-19. yy)

17. ve 18. yüzyıllarda “classical” Osmanlı idare anlayışı büyük ölçüde korunduysa da, 18. yüzyıl sonlarından itibaren merkeziyetçi ve modernleşme odaklı çabalar başladı. Sultan III. Selim (1789–1807) döneminde başlatılan Nizam-ı Cedid reformları bunun ilk örneklerindendi: Batı tarzı ordu kurulması, yeni mali tedbirler ve eğitim iyileştirmeleri hedeflendi. III. Selim’in yeniçeri isyanıyla devrilmesi gecikmeli de olsa sonrasında II. Mahmud (1808–1839) dönemi idari ve askerî yenilenmelere sahne oldu.

17. yüzyıl ortasında ise Osmanlı’da köklü modernleşme adımları atıldı. Gülhane Hatt-ı Hümayunu (1839) ve Islahat Fermanı (1856) ile devlet resmî olarak “medenîleşme” ve “eşitlik” ilkelerini ilan etti. Hukuk alanında bu dönemde Batı kaynaklı kanunlar derlendi ve Mecelle gibi hukuk usulü kodifikasyonları yapıldı. Örneğin Mustafa Reşit Paşa’nın 1839’daki fermanı, “modern hukuk anlayışına geçilmesi” hedefini açıkça ortaya koymuştur. Aynı zamanda II. Mahmud ıslahatlarıyla gedikli ulema sınıfını denetim altına aldı ve eğitimde rüşdiye ile darülfünun gibi batılı modelde okullar açtı.

Bu dönemde teknolojik ve idari gelişmeler de merkezi otoriteyi güçlendirdi. Demiryolları, telgraf gibi iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla uzak eyaletlerle merkez arasındaki irtibat kolaylaştı. Osmanlı modern devletinin çekirdeği sayılan askerî teşkilatta yenileşme (nizam ordusu) ve eğitimde laikleşme çabaları (darülmuallim, darülbedayi gibi okulların kuruluşu) 19. yüzyılın ortalarından itibaren hızlandı. Sonuçta 19. yüzyılda Osmanlı idaresi, geleneksel şeriat-örf düzenini korurken batı ülkeleriyle rekabete girebilmek için bürokraside, ordu ve eğitimde reform yapmaya başladı. Bu dönüşüm süreci, imparatorluğun son döneminde yönetimi modernleştirme ve merkezi otoriteyi yeniden inşa etme çabalarının temelini oluşturdu.

Sonuç

Christine Woodhead’in vurguladığı üzere Osmanlı İmparatorluğu “Osmanlı dünyası” kavramına uygun şekilde, çok sayıda coğrafya ve topluluk barındıran dinamik bir yapıya sahipti. İmparatorluk, padişah yönetimi ile saray-bürokrasi kurumları etrafında güçlü bir siyasal merkez ortaya koyarken, farklı sosyal sınıflar ve dinî gruplara birlikte yaşama imkânı vermiştir. Kültürel çeşitliliğe rağmen hukukî bütünlüğü korumuş; eğitim ve ilim hayatında klasik İslam medrese sistemiyle zamanla modern Batı etkilerini harmanlamıştır. Avrupa’daki gücünü 16.–17. yüzyılda zirveye çıkarmış, İslam dünyasında ise halifelik rolünü üstlenerek Müslüman liderliğini simgelemiştir. 18. yüzyıl sonlarından itibaren başlayan modernleşme reformları, askeri, idari ve eğitim alanlarında Osmanlı’nın geleneksel yapısını dönüştürmeye çalışmış, 19. yüzyılda batılı kurum ve teknolojileri kademeli olarak içselleştirmiştir. Böylece Osmanlı Devleti, kendi tarihsel ve kurumsal mirasıyla yeni dünya düzenine uyum sağlama arayışında olmuş; bu süreç 20. yüzyılda Cumhuriyet’e geçişle yeni bir döneme zemin hazırlamıştır.

Kaynakça

  • Dinler, V. (2016). Osmanlı Devleti’nin Klasik Dönem İdari Yapısı ve İşleyişi. Telakki Sosyal Bilimler Dergisi, 1(1), 13–34.
  • TÜBİTAK. (n.d.). Millet Sistemi. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
  • Woodhead, C. (Ed.). (2011). The Ottoman World. Routledge.
  • Woodhead, C. (2011). Ottoman languages. In C. Woodhead (Ed.), The Ottoman World (ss. 143–158). Routledge.
  • Tezcan, B. (2011). Ethnicity, race, religion and social class: Ottoman markers of difference. In C. Woodhead (Ed.), The Ottoman World (ss. 175–189). Routledge.


Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.