Christopher Lasch’ın Narsisizm Kültürü Eseri Üzerine Yüksek Lisans Düzeyinde İnceleme
Kitabın Adı:Narsisizm Kültürü
Beklentilerin Azaldığı Bir Çağda Amerikan Hayatı Yazar :Christopher LaschÇevirmen:Sayfa:360 Cilt:Ciltsiz Boyut:13,5 X 21 Son Baskı:20 Aralık, 2021 İlk Baskı:20 Aralık, 2021 Barkod:9786254494185 Kapak Tsr.:Editör:Kapak Türü:Karton Yayın Dili:Türkçe Orijinal Dili:İngilizce Orijinal Adı:The Culture of Narcissism: American Life in an Age of Diminishing Expectations
Christopher Lasch’ın Narsisizm Kültürü Eseri Üzerine Yüksek Lisans Düzeyinde İnceleme
Christopher Lasch ve “Narsisizm Kültürü”: Beklentilerin Azaldığı Bir Çağda Amerikan Hayatı
Giriş: Christopher Lasch (1932–1994), Rochester Üniversitesi’ne bağlı bir tarihçi ve toplumsal eleştirmen olarak bilinir. Lasch, modern kurumların aile ve toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini tarihsel perspektifle ortaya koymaya çalışmış; tüketimcilik, emek gücünün proleterizasyonu ve kendi tanımladığı “narsisizm kültürü” ile mücadele yolları önermiştir. Narsisizm Kültürü: Beklentilerin Azaldığı Bir Çağda Amerikan Hayatı (1979) başlıklı eseri, Amerikalıların içe dönük benmerkezli davranışlarının yaygınlaştığını savunarak yayımlandığı dönemde büyük ilgi görmüş, 1980 Ulusal Kitap Ödülü’nü kazanmış ve beklenmedik bir çok satan olmuştur. Eser, Watergate skandalı, Vietnam Savaşı sonrası toplumsal bıkkınlık ve 1970’lerdeki ekonomik durgunluk gibi krizli bir dönemin ardından çıkmış; Başkan Jimmy Carter’ın meşhur “güven bunalımı” konuşmasına Lasch’ın danışman olarak katılmasıyla daha da gündeme gelmiştir. Bu bağlamda Lasch’ın amacı, Amerikan toplumundaki psikolojik çöküntüyü analiz ederek insanların giderek eskisinden daha düşük beklentilere saplandığını göstermektir. Eser, hem feministlerden hem de ilerici liberal çevrelerden eleştirilirken, pek çok muhafazakâr tarafından geleneksel aile eleştirisini savunduğu için takdir görmüştür.
Narsisizm Kavramı
Lasch, narsisizm kavramını Sigmund Freud’unkinden yola çıkarak toplumsal bir olguya dönüştürür. Freud’a göre narsisizm, ego’nun kendi içine yönelmiş aşırı sevgisi ve benlik duygusunu koruma çabasıdır. Lasch da bu yaklaşımı esas alarak, patolojik narsisizmi modern Amerikan kültürünün karakteristiği olarak tanımlar. Ona göre II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni kişilik tipi, klinik anlamda “narsisistik kişilik bozukluğu” sınırlarına yakındır; bu patolojinin toplumsal ölçekte yaygınlaşması kaçınılmaz hale gelmiştir. Lasch, narsisizmi sadece günümüz benmerkezli bencilliğinin ötesinde değerlendirir: “Patoloji, normalin yükseltilmiş bir versiyonunu temsil eder” diyerek, sorunun bireysel ruh sağlığından çok toplumsal yapıyla ilişkili bir olgu olduğunu vurgular.
Lasch’a göre, bu kültürel narsisizm Amerikan aile yapısındaki dönüşümlere dayanır. Lasch, Amerikan toplumu için “ün ve ünlülük takıntısı, rekabet korkusu, gerçeklikten kopukluk, ilişkilerin yüzeyselliği ve ölüm korkusu” gibi özelliklerin kök nedeninin Amerikan ailesinin yapısında yattığını belirtir. Yani modern birey, kendi benlik değerini onaylatmak için sürekli dışarıdan ilgi ve övgü arayan bir yapıya bürünmüştür. Lasch’ın Freud’tan ödünç aldığı bir diğer kavram da, narsisistin “kendini güçlü bir hayal” içine çekme meylidir. Bu süreçte kişi, kendi zayıf benlik algısını bir fanteziyle kapatmaya çalışırken sürekli başkalarının onayına ihtiyaç duyar.
Lasch, sosyo-ekonomik değişimlerin bu narsisistik kişilik tipini nasıl beslediğini de ayrıntılı şekilde analiz eder. Ona göre modern kapitalizmin ve tüketim kültürünün yaygınlaşması, toplumsal yaşamın “terapötik bir duyarlılık” kazanmasına yol açmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik refah, bir yandan hayat koşullarını iyileştirirken öte yandan yeni kişisel beklentileri de beslemiştir. Lasch, 20. yüzyılın bu sosyal gelişmelerinin duyarlılık ve bağımlılık yaratan bir terapi kültürü doğurduğunu savunur. Sonuç olarak, bireylerin giderek psikolojik açıdan daha kırılgan hale gelmesi, güçlü bağlılıklardan kaçınma, yaşlanma korkusu ve celebritilere duyulan hayranlık gibi toplumsal belirtileri tetiklemiştir.
1970’ler Amerika’sı: Tüketim, Bireycilik ve Aile
Lasch’ın çalışması, esas olarak 1970’ler Amerikan toplumu üzerine odaklanır. Bu dönemde tüketimci bir yaşam stili ve bireysellik vurgusu yükselmiştir. 20. yüzyılın başından itibaren hızla büyüyen tüketim kültürü, “mutluluğa ulaşmanın aracı olarak edinim ve tüketime, yeninin kültüne ve arzu demokratikleşmesine” dayanmıştır. Yani tüketim toplumunda bireysel istekler ön plana çıkmış; zenginlik veya güç değil, kişisel tatmin arayışı değer kazanmıştır. 1970’lerde bu eğilim televizyon ve reklâmlar sayesinde pekişmiş, sıradan insanlar dahi şöhret ve imaj kültürüne özendirilmiştir. Bir yandan da yükselen refah, iş piyasasında anlamlı işlerin kıtlaştığı bir dönemde bireylere yüksek beklentiler uyandırmış ancak bu beklentiler karşılanmayınca hayal kırıklıkları artmıştır. Nicholas Lemann’ın dediği gibi, günümüzde Amerikan kültürü “esas olarak bireyciliktir” ve bu yapısal değişimi anlamak için 1970’lere dönmek gerekir.
Aynı dönemde Amerikan aile yapısı da köklü bir dönüşüm geçirmiştir. 1960’lardan itibaren “kurumsal” evlilik modeli yerini “ruha eş modeline” (soul-mate marriage) bırakmıştır. Eskiden evlilik, bireyden çok aileye karşı yerine getirilen bir görev olarak görülürken artık bireysel mutluluğun anahtarı sayılmaya başlanmıştır. Evlilikte başarı, partner ve çocuklara karşı yerine getirilen görevler yerine, kişisel mutluluğa ulaşma düzeyiyle ölçülür hale gelmiştir. Bu yeni model, boşanmayı meşrulaştıran bir norm haline getirmiştir: 1960’larda karı-koca birlikte kalmak bir erdemken, 1970’lerde boşanmak hem hak hem de benliği yeniden inşa etme imkânı olarak görülmüştür. Nitekim 1960-1980 arasında boşanma oranı iki kattan fazla artarak her 1000 evli kadından 9,2’sinden 22,6’sına çıkmış; 1970 yılında evlenenlerin yaklaşık yarısı sonrasında boşanmıştır. Bu durum, çekirdek aile içindeki istikrarı zayıflatmış, çocukların tam gün bakımı gibi sorunları da gündeme getirmiştir.
Boşanma oranlarındaki artışı besleyen bir diğer unsur da feminizm ile kadınların iş gücüne katılımının yükselmesidir. Lasch, kadınları iş hayatına katılma hakkından mahrum bırakmayı savunmasa da, geleneksel aile içi rollerden koptuklarını vurgular. Ona göre orta sınıf çocukları erken yaşta bakıcılar veya kreşlerle büyür olmuş; bu da bağlanma sorunları ve narsisizme yatkınlık doğurmuştur. Sosyal reformlar ve “bireyci” ideolojinin desteklediği aile değerlerinin aşınması, Lasch’ın gözünde Amerikan toplumunu giderek aşırı bireyci ve tüketimci yapıya sürüklemiştir.
Medya ve Psikoloji Endüstrisi
Lasch’ın analizinde medya ve popüler kültür, narsisizmin yayılmasında kritik rol oynar. Özellikle televizyon ve ünlü kültürü, kişisel kimliğin ön plana çıkmasını ve yüzeyselliği körüklemiştir. Bireyler, üne ve göz önünde olmaya özendikçe gerçek bağlar ikinci plana itilmiş, ilişkiler kısa ömürlü ve tüketici niteliğine bürünmüştür. Amerikan sinema ve televizyon endüstrisi, Lasch’a göre, bireyleri kendi imajlarına aşırı odaklanmaya teşvik ederken “kendini onaylama” ihtiyaçlarını körüklemiş; bunun sonucu insanlarda şaşırtıcı bir müphemlik ve canlı ilişkilerden kaçınma eğilimi ortaya çıkmıştır.
Diğer yandan, Lasch dönemin psikoloji ve benlik geliştirme endüstrisini de eleştirir. Kişisel gelişim seminerleri, popüler terapi teknikleri, öz yardıma yönelik kitaplar ve benzeri aktörler, toplumda bir “terapi kültürü” oluşturmuştur. Lasch, bu eğilimi “Duygusal manipülasyon yoluyla rekabet avantajı arayışı” olarak tanımlar. Yani kişisel mutluluk ve özgüven arayışları bir tür performansa dönüşmüş, kişiler aşırı derecede iç gözlem ve kendini idealize etmeye yönelmiştir. Danışmanlık seansları, psikolojik testler ve benlik geliştirme gurupları bir pazarlama aracı haline gelmiş, bireylerin zaafları hem kullanılır hem de pekiştirilir olmuştur. Daniel Hummel’in belirttiği gibi Lasch, bu durumu “ben’in toplumsal istilası” olarak nitelendirir; özel hayatın mahrem cepheleri, yeni yöneticilik sınıfının politikaları uğruna terapötik ve tüketimci manipülasyona açılmıştır. Başka bir deyişle, modern psikoloji endüstrisi özsaygı ve kimlik meselelerini ticarileştirerek bireyi sürekli kendine dönük tutmuş, bireysel girişim ve toplumsal aidiyet duygusunu zayıflatmıştır.
Sosyolojik Analiz: Beklentilerin Azalması ve Gelecek Kaygısı
Lasch’ın sosyolojik çözümlemesi, Amerikalıların giderek “beklentilerini düşürdüğü” bir toplumsal ruh hali üzerine kuruludur. 1970’lerde yaşanan petrol krizi, enflasyon ve işsizlik gibi sorunlar, önceki nesillerin umduğu sürdürülebilir refahı yara almıştır. Bu dönemin sonunda Ulusal Ekonomiye dair “tüm kesimler için yükselen bir sosyal hareketlilik” anlayışı artık geçerli değildir; bugün Amerika’da “pratikte hiçbir sınıf, bölge ve sektör yukarı doğru hareket etmiyor”. Uzun süre ekonomik büyümeye dayanan umutlar kırılmış, geleceğe güven yerine kısa vadeli çıkarlar ve haz alma öncelik kazanmıştır. Lasch, bu durumu “tarihsel zaman duygusunun zayıflaması” bağlamında ele alır. Toplum, tarihsel bir perspektiften ziyade anlık tatminlere odaklanan biri haline gelmiş, gelecek tahayyülü zayıflamıştır.
Diğer bir önemli sosyolojik nokta, kurumların erozyona uğramasıdır. Lasch, aile, din ve toplum gibi eski otoritelerin statülerinin sarsıldığını ve bunların yerini pragmatik, bilimsel veya tüketici merkezli ideolojilerin aldığını iddia eder. Bu bağlamda “geçmişin cezaevi niteliğindeki hayatı bile günümüz şartlarında özgürlük gibi görünür” hale gelmiştir. Örneğin Lasch, modern insanın sürekli benmerkezcilikten bunalmasıyla, tarihe ve toplumsal mücadeleye dair hayallerini yitirdiğini, doğru bir “gelecek vizyonu” geliştiremediğini vurgular. Geleneksel aydınlanma idealleri ve büyük toplumsal projeler önemini kaybederken, bireyler yalnızca kendi kısa vadeli tatminlerinin peşine düşmüştür. Louis Menand’ın işaret ettiği gibi, Lasch aslında meseleyi 1970’lerle sınırlı görmez; o, Amerikan kültüründeki bu kendine saplanma eğiliminin köklerini 19. yüzyıla kadar götürür.
Lasch’ın Eleştirel Yöntemi ve Muhafazakârlıkla İlişkisi
Lasch’ın analizi, ne tam anlamıyla liberal ne de saf bir sol eleştirisidir; karmaşık bir ideolojik bileşimi yansıtır. Kendisini “modern liberalizmin eleştirmeni” olarak tanımlayan Lasch, 1960’larda neo-Marksist bir perspektifte sağ cılıktan rahatsızlık duyarken, 1970’lerden itibaren kültürel muhafazakârlığın bazı unsurlarını benimseyerek kapitalizme de sert eleştiriler yöneltmiştir. Örneğin feminizm konusunda, kadınların geçmişteki kazanımlarına saygı duyacak bir hareketin ev işi ve anneliği küçümsememesi gerektiğini savunur: “Bir feminist hareket, kadınların geçmişteki başarılarına saygı gösterseydi, ev işini, anneliği ya da kent hizmetlerini aşağılamazdı”. Bu sözler, feminizmin bazı gündemlerini eleştirir gibi görünse de Lasch temel olarak ailenin toplumsal rolüne vurgu yapar.
Bununla birlikte Lasch, sağ kanattan da pek hoşnut değildi. Ronald Reagan döneminin serbest piyasa ideolojisini ve bireyci mülkiyet anlayışını reddetmiş; yeni sağın bireyci özgürlük söylemini, toplumu tüketim ilişkilerinin pençesine bırakmakla eleştirmiştir. Kısaca Lasch, muhafazakârlar tarafından geleneksel aile değerlerini savunduğu için övülse de, faşist dogmalardan ziyade entelektüel ve tarih bilinci taşıyan bir muhafazakârlık önermiştir. Bu nedenle dönemin entelektüel ortamında Lasch hem feministler tarafından eleştirilmiş hem de komüniteryan veya muhafazakâr çevreler tarafından benimsenmiştir. Louis Menand’a göre Lasch, mevcut durumu “1950’lerin veya 1960’ların daha iyi olduğu” görüşüyle açıklamaz; aksine yüzyıllık sosyokültürel bir sorunu teşhis etmeye çalışır.
Bugünkü Yansımalar ve Geçerliliği
Lasch’ın öngörüleri, günümüz Amerika’sında da yankı bulmaya devam etmektedir. Modern medya ve sosyal ağlar, birey merkezli bir narsisizm salgınını körükler niteliktedir. Chronicles dergisinin belirttiği gibi, Jussie Smollett vakası gibi olaylar bile Amerikan ‘yeni normal’inin kanıtıdır; “medya yıldızlarında, sporda, çocuk yetiştirmede, sosyal medyada, tüketimde, gençlik ve güzellik saplantısında” her yerde narsisistik davranışlara rastlanmaktadır. Son yıllarda yapılan araştırmalar da bunu doğrulamaktadır: Amerika’da lise ve üniversite çağındaki gençlerde benlik saygısı anketlerinde ciddi bir artış gözlemlenmiştir; örneğin mükemmel özdeğer (40 puan üzerinden 35+) düzeyindeki öğrencilerin oranı geçmiş normların çok ötesine geçmiştir. Bu veriler, Lasch’ın “kendine odaklanma” eğilimlerinin gerçekten de 1980’lerden beri derinleştiğini göstermektedir.
Bu açıdan Lasch’ın eseri bugün de kültürel eleştirinin “vazgeçilmez” referanslarından biridir. Onun kavramsal çerçevesi, internet sonrası çağda dahi geçerlidir: sosyal medya paylaşımları ile ünlü takıntısı, terapi ve wellness sektörlerinin yükselişi, aile bağlarının zayıflaması gibi güncel fenomenler Lasch’ın görüşlerini doğrular görünmektedir. Elbette eleştirmenler Lasch’ın narsisizm terimini çok geniş kapsamlı kullandığını söyler; örneğin sporcuların mesleğe entelektüel amaçtan çok para için yaklaştığını, terapiye başvurmanın aşırılığını aşırı vurgu olarak görmüşlerdir. Ancak Lasch’ın yanıtlayacağı gibi, bu uyumsuzluklar da kültür düzeyindeki ruhsal durumu anlamak için atılan gerekli adımlardır.
Sonuç: Lasch’ın Narsisizm Kültürü eseri, Amerikan toplumunun bireyci ve tüketimci dönüşümüne dair derinlikli bir sosyolojik ve psikanalitik yorum sunmuştur. Kapsamlı tarihsel analiz ve eleştirel üslubuyla Lasch, geleneksel aile değerleri, toplumsal kurumlar ve bireyin iç dünyası arasındaki bağlantıları ortaya koyarak kültürel eleştiriye önemli katkı sağlamıştır. Kitap, “Amerikan halkının hayata bakışının daraldığı” bir dönemi tanımlamakla kalmaz; aynı zamanda gelecek tasavvurunun kaybına ve toplumsal yozlaşmaya dair uyarıcı bir kaynak olarak kabul edilir. Lasch’ın mirası, sosyal eleştiri literatüründe bireycilik ve beklenti eleştirisini psikanaliz ile harmanlamasıdır. O, insanların kaçınılmaz olarak “kendi içine çökme” olarak nitelediği bu ruh halinden çıkış yollarını düşünürken, tarihten kopmuş bir toplumu da sorgulamaya çağırır. Sonuç olarak Lasch’ın tespitleri bugün de güncelliğini korumakta, modern kültür eleştirisi tartışmalarına zengin bir perspektif sunmaktadır.
Leave a Comment