Ortaçağ İslam Dünyasında Gündelik Yaşamın Sosyal ve Kültürel Dinamikleri
Kitabın Adı:Ortaçağ Müslüman Dünyasında Günlük Hayat Yazar :James E. Lindsay
Çevirmen:Sayfa:408 Cilt:Ciltsiz Boyut:13,5 X 21 Son Baskı:09 Temmuz, 2025 İlk Baskı:09 Temmuz, 2025 Barkod:9786253891800 Kapak Tsr.:Editör:Kapak Türü:Karton Yayın Dili:Türkçe Orijinal Dili:İngilizce Orijinal Adı:Daily Life in the Medieval Islamic World
Ortaçağ İslam Dünyasında Gündelik Yaşamın Sosyal ve Kültürel Dinamikleri
Giriş
Ortaçağ Müslüman dünyasının gündelik yaşamı, kapsamlı sosyal, ekonomik ve kültürel unsurların kesişiminde şekillenmiştir. Bu dönemi 7. yüzyılın başındaki İslam’ın doğuşundan 13. yüzyıl sonlarına dek ele alan Lindsay’e göre, İslâm medeniyetinin günlük hayatına ilişkin çok çeşitli konu başlıkları bulunmaktadır. Lindsay, çalışmasını Doğu Roma, Pers ve Batı İslam sınırlarına dek uzanan bir coğrafyada tarihleştirirken, 1258’deki Bağdat’ın Moğollarca fethedilmesi gibi olaylarla dünyayı radikal biçimde değiştiren değişimlere dek inceler. Bu çerçevede ele alınan konular, şehir ve köy hayatından toplumsal sınıflara, dinî uygulamalardan eğitim sistemine dek geniş bir yelpazeye yayılır. Bu makalede, James E. Lindsay’in Ortaçağ Müslüman Dünyasında Günlük Hayat adlı eserindeki belgeler ve anlatılardan yola çıkarak, bahsi geçen temalar yüksek lisans düzeyinde çok boyutlu biçimde incelenecektir.
Tarihî Çerçeve
Lindsay’in çalışması, Hz. Muhammed’in Arabistan’da İslam’ı yaymaya başlamasından itibaren (7. yüzyılın başları) Doğu’daki Moğol istilalarına dek (13. yüzyıl sonları) uzanır. İlk dönemde Medine ve Mekke merkezli Arap cemaatinin hızla büyüyen İslam coğrafyasına yayılmasıyla (Erken Dönem Halifelikler ve Emevî Hanedanlığı) birlikte, doğu-batı hattında büyük imparatorluklar ortaya çıkmıştır. Abbasîler (762’de Bağdat’ın kuruluşu) önceleri merkezi otoriteyi güçlendirmiş, ancak orta dönemde hilafet çok sayıda bölgesel beyliğe (Pers kökenli küçük krallıklar, Selçuklu Sultanlığı, Haçlı krallıkları vb.) bölünmüştür. Lindsay, İslam hukukunun (şer’î şeriat) gelişimi ve tasavvuf gibi konuları da dönemin önemli temaları arasında vurgular. 13. yüzyılda ise Bağdat’ın 1258’de Moğollar tarafından yıkılması ve Yakın Doğu’daki Haçlı hareketlerinin sona ermesi, İslam dünyasında yeni toplumsal ve politik dinamiklerin habercisi olmuştur. Bu tarihî çerçeve, dönemin şehir-köy yaşamını, toplumsal sınıf yapılarını ve kurumları anlamak için temel oluşturur.
Şehir Yaşamı
Ortaçağ İslam şehirleri, büyük ticaret yollarının kavşağında kalkınan karmaşık merkezlerdi. Lindsay’e göre bu bağlamda Amman, Bağdat ve Kahire gibi üç büyük şehir örnek teşkil eder. Bu kozmopolit şehirler hem yönetim merkezleri hem de ticaret, eğitim ve dinî hayatın yoğunlaştığı alanlardı. Örneğin Dımeşk (Şam), Emevî devrinde imparatorluk başkenti olmuş, Bağdat ise Abbâsîlerin vezirlik saraylarıyla çevrili, bilimsel faaliyetleriyle tanınan bir kenttir. Lindsay’in vurguladığı üzere, bu şehirlerde halkın hangi malları alıp sattığı, hangi parayı kullandığı ve şehirler arası mal taşımacılığının nasıl yürüdüğü gibi “şehir hayatının gündelik sorunları” önem taşır. Pazarlar (çarşılar) ticaretin kalbiydi: baharat, ipek, seramik ve gümüş sikkeler gibi lüks tüketim mallarıyla yan yana, pamuk, buğday, hurma gibi temel ihtiyaçlar da el değiştirmekteydi. Örneğin (günümüz metropol belediyeleri gibi) idari otoriteler, piyasa teftişleri yoluyla ticarette adaleti sağlamaya çalışırdı; Lindsay, Mallard'a atıfta bulunarak pazarların düzeni için “Hepimizden kim bizi hilekar çıkarırsa o, (artık) bizden değildir” hadisini örnek verir.
Konut ve kamu mekânı düzenlemeleri de kentsel hayatın belirleyici unsurlarıydı. Ortaçağ İslam kentlerinde çoğunlukla avlulu evler inşa edilirdi; bahçe ve su kuyularıyla zenginleştirilmiş bu avlulu yapılar, hem toplumsal mahremiyete uygun hem de ailenin gündelik işlerini kolaylaştıracak biçimde tasarlanmıştı. Lindsay, bu bağlamda su temini için kanalizasyon ve yeraltı su kemerlerinin (kıstekler) kullanımından; surlarla çevrili şehirlerde içme suyuna erişimden söz eder. Sokaklarda han (karavanseriler), medrese, kütüphane ve cami gibi kamusal yapılar şehrin yaşayan dokusunu tamamlar, han odaları gezgin tüccarlarla dolup taşardı. Şehirler, Yahudiler ve Hristiyanlar (Zâhirî ve Ehl-i Kitap mensupları) için ayrı mahalleler oluşturur, günlük ticari ve esnaf faaliyetlerinde sıkça bir araya gelerek dinî farklılıklara rağmen alışveriş yaparlardı. Bu yönleriyle Ortaçağ İslam kentleri, dönemin ulaşım ve ticaret ağlarının kesiştiği, çok boyutlu bir hayat sahası sunuyordu.
Kırsal Hayat
Kırsal kesimde ise yaşam koşulları şehrin aksine iklim ve coğrafyanın elverdiği biçimde şekillenir. Arap Yarımadası’nın çöl ve vaha ekosistemi, başlıca geçim kaynakları olarak hayvancılık (özellikle deve ve koyun sürüleri) ve vaha tarımı (hurma bahçeleri, pirinç, arpa gibi ürünler) ile karakterizedir. Lindsay’in “Arabistan” bölümü, ilk İslam’ın doğduğu bu bölgede coğrafya, iklim ve ticaret yollarına vurgu yapar; göçebe bedevi ile oazis hayatını paylaşan toplulukların kan bağına dayalı kabile yapısını detaylandırır. Örneğin bedevi gruplar, kamyon kervanlarıyla uzun mesafeli ticaret yapar, petrol enerjisi yokken sıcak çöl ikliminde kamyonlara değil de develere bel bağlardı; Lindsay’e göre deve ticareti hem ekonomi hem de toplumsal statü göstergesiydi. Kabileler arası dayanışma, su kuyularını, mera alanlarını ve göç rotalarını ortak kullanmakla güçlenirken; kısır akrabalık bağları, örgütsel disiplin gibi sosyal normlar, Arap toplumunun temelini oluştururdu. Ortaçağda nüfusu çoğunlukla çiftçiler, çobanlar ve bahçecilerden oluşan bu kırsal topluluklar, yöneldiği büyük şehirlere tahıl, yün, meyve ve sebze gönderirken şehirliden de getirdiği metal aletler, kumaşlar ve lüks eşyalardan faydalanırdı. Bu karşılıklı ticari ilişki, İslam dünyasının şehirlerarası su ihtiyaçları ve gıda arzını dengede tutan önemli bir dinamikti.
Toplumsal Sınıflar
Ortaçağ İslam toplumları karmaşık bir sosyal katmanlaşmaya sahipti. En üst sınıfı imparatorları, halifeleri veya sultanları kapsayan yönetici elit oluştururken, bu hanedan çevresindeki beyler ve paşalar askerî-adli görevler üstleniyordu. Orta sınıfları tüccarlar, zanaatkârlar ve müderrisler gibi meslek sahipleri temsil ederdi. Lindsey’in belirttiği üzere, dokuzuncu yüzyılda askeri kölelik (mamluk sistemi) yeni bir savaşçı tabaka doğurmuş, oğlence yetiştirilip komutan yapılan köleler hem saray gücünü hem de ordunun belkemiğini oluşturmuştur. Bu dönemde tüccarlar (ekonomik sermayeye sahip sınıf) kentlerde loncalar (esnaf teşkilatları) kurarak hem iç hem de dış ticaret ağlarında söz sahibi oldular. Loncalardaki ustalar, zanaatkârlar ve ustabaşılar üretim kalitesini kontrol altında tutmak için esnaf örgütleri aracılığıyla hammaddeden mamule kadar standartlar koyar, Lindsay’in aktardığı hisbe kurallarıyla ticarette güven ortamı sağlamaya çalışırdı. Öte yandan ulema (dinî bilginler ve kadılar) kamusal hayatın ve hukukun ayrılmaz parçası olarak toplumda yüksek saygınlığa sahipti. Halkın günlük yaşamını şekillendiren şeriat hükümleri çoğunlukla medrese eğitimli bu kadılar tarafından yorumlanarak uygulanırdı. Alt tabakalarda ise köylüler, gündelik işçi ve hizmetliler yer alırdı. Kırsal ve kentsel yaşam arasındaki önemli bir fark, kentsel halkın para ekonomisine bağlıyken köylü toplulukların büyük ölçüde tür ve mahsule dayalı değiş-tokuşa yönelmesidir. Buna karşılık şehir-merkezli zanaatkâr ve tüccar sınıfı, bölge bölgelerden gelen malları pazarlayıp yeniden dağıtarak İslam ekonomisinin belkemiğini oluşturuyordu.
Kadınların Sosyal ve Ekonomik Rolleri
Ortaçağ İslam toplumunda kadınlar, öncelikli olarak aile içi rolleri üstlense de toplumun her kesiminde etkinlik göstermişlerdir. Lindsay’in çalışmasında kadınların toplum içindeki yeri, özellikle geleneksel aile normları ve Kur’ânî öğretiler ışığında ele alınır. Buna göre İslâm hukukuna göre kadınlara miras hakkı tanınmış, boşanma ve nafaka gibi sınırlı haklar verilmiştir; ancak gerçek yaşantıda kadının sosyal hayatı büyük ölçüde dört duvar arasına sıkışmıştır. Öte yandan ticari ve zanaat faaliyetlerine karışan kadın örnekleri de görülmektedir. Örneğin dokuma, tarhanacılık veya ev yapımı tekstil ürünleri gibi geleneksel zanaatlarda kadın emeği sıradandı; bazı bölgelerde kadınlar pazar yerlerine kendi ürettikleri malları satmaya gidebilmiştir. Eğitim alanında kız çocukları için de kısmi imkânlar mevcuttu: her ne kadar medreseler ağırlıklı olarak erkeklere yönelik olsa da, köylerde kurulan küçük kuttâb okullarında kız çocukları da Kur’an öğrenebiliyordu. Lindsay’e göre nadiren de olsa kızlara mahsus bazı kuttâb’ların varlığından söz edilmiştir; bir kaynakta “kızlar için hiçbir kuttâb yok” denildikten hemen sonra bu cümlenin “ancak kızlar için kuttâb’ın bulunmadığı söylenemez” biçiminde düzeltilmesi şaşırtıcı değildir. Bu da dönemde kızların da basit eğitim şansı bulabildiğini gösterir. Yine de eğitimli kadınlar nispeten az sayıda olup daha çok büyük şehirlerde ya da zengin ailelerde ortaya çıkmıştır. Sosyal hayatta kadınların statüsü aile ve kabile içinde babaya, kocaya veya evin reisi bir akrabaya bağlıydı; evlenirken alınan mehir (çeyiz) kadının ekonomik güvencesini artıran önemli bir uygulamaydı. Genel olarak gerek sosyal yaşam gerekse ekonomi alanında kadınlar daha görünmez kalmış; Lindsay’in aktardığı metinlerde nadiren özel isimleriyle zikredilmişlerdir. Bu yönleriyle Ortaçağ İslam toplumunda kadınlar hem mülkiyet hakları kazanan hem de toplumsal hayatı esasen evle sınırlı bir statüye sahip tek kanattı.
Dîni Pratikler (İbadet, Ramazan, Hac)
Gündelik yaşantının merkezinde dînî ritüeller ve ibadetler yer alırdı. Lindsay’in “Ritüel ve İbadet” bölümüne göre, İslam toplumunun temel inanç ögeleri olan İman (şehadet), namaz, zekât, oruç ve hac beş temel sütun teşkil eder. Bu çerçevede Müslümanlar günde beş vakit namaz kılmakla yükümlüydü; bu ibadet evde, mescitte veya açık alanlarda topluca yerine getirilirdi. Yine her yıl Ramazan ayında Müslümanlar gündoğumundan günbatımına dek oruç tutarak hem bedenî sınavı hem de sabır ve toplumsal dayanışmayı yaşarlardı. Ramazan boyunca iftarlarda toplu yemekler düzenlenir, zenginler yoksullara dağıtacak sadakalar hazırlardı. Lindsay’in belirttiği gibi orucun başında alınan sahur yemeği de günlük rutinin bir parçasıydı. Yine belirli zamanlarda Mekke’ye yapılan hac, İslam dünyasının ortak ibadet geleneğiydi. Hacca giden hacılar (hacı adayları) peyderpey Mekke’ye akın ederken, bu yolculuk esnasında bir yandan ibadet gerçekleştirilir bir yandan da uzaktaki Müslüman toplumlarla kültürel alışveriş sağlanırdı. Ek olarak Şii coğrafyasında Kerbelâ (Kerbela) anmaları gibi bölgesel ibadet pratikleri de vardı; Lindsay, Irak’taki Şii etkinlikleri ve Suriye-Filistin’deki diğer bazı yerel hac hareketlerini ayrı başlıklarla incelemiştir. Bu çok katmanlı ibadet hayatı, medreselerde verilen dinî eğitimle desteklenir, toplumu sıkı bir disiplin ve kolektif ruh etrafında birleştirirdi.
Eğitim Sistemleri
Ortaçağ Müslüman toplumunda eğitim büyük ölçüde dini temelli olarak organize edilmişti. İlk öğrenim genel olarak camilere bitişik küçük kuttâb okulunda verilirdi; burada çocuklar Kur’an-ı Kerim’i ezberlemeyi esas alan bir okuma-yazma eğitimi alırlardı. Lindsay’e göre bu kuttâb’lar Müslüman topluluğun entelektüel temelini oluşturuyordu: “Kuttâb, [Ortaçağ İslam] döneminde esasen Kur’an’ı ezberlemeye dayalı mütevazı bir ilköğretim kurumuydu”. Yüksek öğrenim ise medreselerde yapılırdı. 11. yüzyıldan itibaren Nizâmiye ve diğer bazı büyük medreseler inşa edilerek İslâm hukuku, hadis, kelam, felsefe, tıp ve matematik gibi bilimler öğretilmeye başlandı. Bu okullarda görevli müderrisler (hocalar) yıllar içinde öğrencilere birebir ders verir, ders notları ve el yazmaları aracılığıyla akademik birikim aktarırdı. Takvası, ilmiyle ünlü bazı hocalar (ör. Hanbeli hukuku fakihi ya da tıp bilgini) çok öğrenciyi aynı anda derslere kabul ederek büyük düşünce ekolleri kurmuştu. Lindsay’in de altını çizdiği üzere, eğitim büyük ölçüde toplumsal üst tabakanın çıkardığı vakıf ve kurumlarla finanse edilirdi. Sonuçta ortaçağdaki İslam dünyası, yüksek okuryazarlık oranından ziyade geniş kitleleri temel dinî bilgiyle kuşatan bir eğitim geleneği oluşturmuştu. İlginç biçimde, kız çocukları için nadiren de olsa özel sınıflar açıldığı bilinmekteydi; bu sayede belli ölçüde kız çocukları da Kur’an eğitimi alabilmiştir. Ancak pratikte eğitim kurumlarında kadın oranı çok düşük kalmış, bu imkânlar daha çok varlıklı ailelerin kızlarına sınırlı düzeyde tanınmıştır.
Zanaat ve Ekonomi
Ekonomi, medeniyetin omurgasını oluşturuyordu. Şehirlerde esnaf loncaları aracılığıyla örgütlenen zanaatkârlar; dokuma, seramik, demircilik, deri işçiliği gibi üretim dallarında uzmanlaşmıştı. Örneğin Halep ve Kahire çarşıları tekstil ürünleriyle, Bağdat çarşısı ise lüks mücevher ve kitaplarla ünlüydü. Gündelik ticaret, pazar denetleme birimlerinin (muhtesip) uyguladığı hisbe esaslarına göre yürütülürdü. Lindsay’in aktardığı şekilde, loncalar, işlerinde kalite ve dürüstlüğü sağlamak üzere çeşitli kurallar koymuştu: besin ticaretinde taze ile bayat ürünün karıştırılması yasaklanmış, tartı ve ölçüler alıcı önünde açık tutulmalıydı. Ürünlerin etiketsiz veya eksik tartı ile satılması peygamber hadisleriyle yasaklanmış; “Aramızda hile yapan (hilekar) bizden değildir” şeklindeki söz, hem tüccarları hem de esnafı piyasalarda hakça davranmaya zorluyordu. Tarım ekonomisine gelince; sulama sistemleri, özellikle karstik bölgelerde kuyular ve kâriz (su kemerleri) ağıyla ciddi ekim alanları elde edilirdi. Bu sayede şehirlerin gıda ihtiyacı karşılanırken yerel fazlalıklar İpek Yolu gibi güzergahlarla İran, Anadolu ve Afrika’ya ihraç edilirdi.
Ayrıca İslam dünyası, Avrupa-Asya arasındaki ticarette merkezi bir rol oynayan geniş bir pazar olma niteliğindeydi. Baharat, ipek ve mücevher gibi lüks mallar, Bağdat, Kahire ve Endülüs’ten uzak diyarlara kadar ulaşırdı. Ancak günlük ekonomi pamuklu dokular, yağ, seramik ve metal kaplar gibi sıradan ürünlerin ticareti üzerine kuruluydu; o dönemden kalan ham linyit ve seramik ticaretine dair kayıtlar, sıradan halkın bile tarımdan tekstile pek çok malı belgelerle değiş tokuş ettiğini göstermektedir. Parasal düzeyde ise altın dinar ve gümüş dirhem gibi standart para birimleri kullanılırdı. Madeni para basımı devlet tekelindeydi ancak ticarette sıkça serbest para uygulaması (özellikle uzak tayinli asker ödemeleriyle) görülür, dinamik para dolaşımı sağlanırdı.
Hukuk
Hukuk, İslam günlük hayatını kuşatan bir katman görevi görüyordu. Lindsay’in vurguladığı gibi, Şeriat (İslâm hukuku) önemli gündem maddelerinden biridir. Şer’î kurallar, ticaret, miras, evlilik-boşanma, ceza hukuku gibi pek çok sahayı düzenler, mahkemelerde kadılar (şeriat hakimleri) tarafından uygulanırdı. Örneğin mirasta oğullar kızların iki katı pay alırken, babalar ve eşler de yasalar tarafından farklı oranlarda hak sahibiydi. Zekât bu çerçevenin temel yükümlülüklerinden biri olarak mal varlığının fakirlere dağıtılmasını öngörüyordu.
Öte yandan hukuki uygulamalar gündelik yaşamı da doğrudan etkilerdi. Pazarda hile yapanın toplumsal dışlanmaya maruz bırakıldığı hadise örnek olduğu gibi, işçi ve esnaf da lonca kurallarına uymayanları adli yollara şikâyet edebilirdi. Aile hayatını düzenleyen önemli kurallardan biri de nikâh ve nafaka idi: Erkeklere dört kadına kadar çok eşlilik hakkı verilmiş, evliliğin mehir (kadına ödenen zorunlu çeyiz) ile taçlandırılması zorunluydu. Boşanmada ise hadis ve fıkıh kitaplarındaki şekillere göre çeşitli süreçler (talaq, hülle vb.) işletilirdi. Tüm bu hukuki düzenlemeler, hem medrese müfredatıyla öğretilir hem de mahkemelerde uygulanırdı. Lindsay’in de altını çizdiği gibi, İslam hukuku toplumsal hayatın düzenleyici çerçevesini oluşturmuş, ticari ahlâk ve aile ilişkilerine içkin değerleri günlük pratiklere dönüştürmüştür.
Aile Yapısı
Aile, İslam toplumu için en küçük sosyal birim olarak büyük önem taşırdı. Aile reisi (genellikle baba ya da erkek kardeş) ev halkının maddî ve manevî sorumluluklarını üstlenir, karar vericiydi. Lindsay’in detaylandırdığı geleneksel Arap isimlendirme sisteminde, bir kişinin hem babasının hem büyükbabasının adı kullanılarak akrabalıklar vurgulanırdı. Bu uygulama, nesep bağlarının korunmasını sağlamanın yanısıra sosyal hiyerarşiyi de pekiştirirdi. Düğün, sünnet törenleri ve cenaze gibi yaşam dönümü merasimleri, geniş aile bireylerinin katılımıyla gerçekleştirilir, toplumsal dayanışma sergilenirdi. Örneğin oğlan çocuğu doğduğu zaman yedinci gün sünnet edilir, bu törene akrabalar davet edilirdi; kız çocuklarında ise bazen ad koyma merasimi önemsenirdi. Aile içindeki hiyerarşi, evin erkeği lehine kurallandırılmıştı. Ev işlerinin yanında tarıma dayalı kırsal yerleşimlerde tarlada çalışan kadınlar da vardı. Çocuk bakımı, yemek pişirme ve mehir olarak ödenen malî haklar gibi alanlarda ise kadına birtakım özerk sorumluluklar verilmişti. Tüm bu unsurlar, Lindsay’in “geleneksel isim verme sistemi, ailede kadın ve erkeğin yeri, çocukluk, sünnet, giyim ve törenler” başlıkları altında ele aldığı unsurlardır. Bu tablo, Ortaçağ Müslüman dünyasında aile birimini kutsal bir çatı olarak betimler; her ferdin toplum içindeki konumu, kuşaklararası dayanışma ile biçimlenirdi.
Sonuç
James E. Lindsay’in Ortaçağ Müslüman Dünyasında Günlük Hayat adlı eseri, yukarıda özetlenen çok katmanlı temaları bir bütün olarak ele alarak dönem insanlarının gündelik alışkanlıklarını derinlemesine incelemiştir. Kent ve kır hayatı arasındaki etkileşim, toplumsal sınıfların ayırdedici özellikleri, kadın ve aile dinamikleri ile İslam’ın beş şartının yarattığı içsel bütünlük, bu dönemin toplumsal dokusunu oluşturan temel parçalar olarak öne çıkar. Lindsay, tarihî belgeler, hukukî metinler, seyahatnameler ve çağdaş kaynaklardan yararlanarak bu yapıyı adım adım aydınlatır. Sonuçta ortaya çıkan portre, 7. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar İslam dünyasının halk sınıflarının yaşam dinamiklerini, kültürel normlarını ve inanç pratiklerini bir arada görselleştirir. Bu anlayış, dönemimizi Müslüman halkların kendi perspektiflerinden değerlendirmemize olanak tanır.
Kaynaklar: İnsanların günlük hayatına dair bu çözümlemeler James E. Lindsay’in çalışmasına ve onun dayandığı dönem belgelerine dayanmaktadır.
Leave a Comment