İnsan Yıkıcılığı Kitabı Üzerine Akademik Tez İncelemesi


 

Kitabın Adı:
İnsan Yıkıcılığı Soykırım ve İnsan Zulmünün Kökenleri   
Yazar             :
Anthony Storr

Çevirmen:
Sayfa:
180 
Cilt:
Ciltsiz 
Boyut:
12 X 20 
Son Baskı:
31 Ağustos, 2022 
İlk Baskı:
31 Ağustos, 2022 
Barkod:
9786254496363 
Kapak Tsr.:
Kapak Türü:
Karton 
Yayın Dili:
Türkçe 
 
Orijinal Dili:
İngilizce 
Orijinal Adı:
Human Destructiveness: The Roots of Genocide and Human Cruelty  


İnsan Yıkıcılığı Kitabı Üzerine Akademik Tez İncelemesi

Anthony Storr’un İnsan Yıkıcılığı: Soykırım ve İnsan Zulmünün Kökenleri Üzerine Derinlemesine Analiz

Giriş

Anthony Storr (1920–2001), İngiliz bir psikiyatrist ve psikanalisttir; “İngiltere’nin en edebi psikiyatristlerinden biri” olarak tanımlanmış, mesleğinde sağduyu ve bilgelik sahibi biri olarak saygı görmüştür. Psikanalist kökenli olan Storr, sapkın veya şiddet içeren davranışların gizemini çözme gereksinimini öncelikli bir sorun olarak görmüş; daha önce Cinsel Sapma (1964), İnsan Saldırganlığı (1968) gibi eserler yazmıştır. İnsan Yıkıcılığı adlı eserinin orijinali 1972’de yayımlanmış ve Storr tarafından 1991’de kapsamlı biçimde gözden geçirilmiştir. Storr’un amacı, insanlığın kolektif olarak sergilediği en büyük kötülük biçimlerinin (soykırım, etnik çatışma, kitlesel şiddet vb.) psikolojik kökenlerini psikanalitik bir bakış açısıyla incelemektir. Kitap, insanlığın kötülük kapasitesini aydınlatmayı hedefler; saldırganlık, nefret ve zalimlik konusunda psikolojik ve psikiyatrik bulgular sunar. Storr, bireysel örneklerden yola çıkarak kolektif şiddeti anlamanın zorluklarını vurgular ve kolay genelleştirmelerden kaçınılması gerektiğini belirtir. Bu çalışmada, Storr’un eseri tarihsel ve teorik bağlamında kapsamlı biçimde ele alınacak; psikanalitik saldırganlık kuramları, bireysel psikopatolojiler ile toplu şiddet ilişkisi, soykırım psikolojisi, tarihsel örnekler, önleme ve etik boyut ile eserine getirilen eleştiriler incelenecektir.

İnsan Saldırganlığının Psikodinamik Kökenleri

Storr’un psikanalitik eğilimli yaklaşımında Freud’un saldırganlık kuramı önemli bir yer tutar. Freud, Eros (yaşam içgüdüsü) ile Thanatos (ölüm içgüdüsü) arasında çelişkiyi vurgulamış; varlıkların yaşamlarını sürdürme isteğinin yanı sıra, canlı maddeyi geri inorganik hale döndürme eğilimi taşıdığını ileri sürmüştür. Freud’a göre ölüm içgüdüsü dışa yöneldiğinde, birey başkalarına yıkım getiren bir saldırganlık sergiler. İnsanları kendilerini veya başkalarını yıkıma götürmeye iten bu içgüdüsel dürtü, Freud’un ifadesiyle *“bir Eros olduğu kadar bir de ölüm içgüdüsü”*nün varlığıdır. Dolayısıyla Freud’a göre saldırganlık, dışsal bir uyarana verilen basit bir tepki değildir; insan organizmasının yapısından kaynaklanan, sürekli bir uyarımla içgüdüsel olarak varolan bir güçtür. Bu çerçevede Storr da içgüdüsel yıkıcılığı temelde insan doğasına yerleşik bir eğilim olarak ele alır. Öte yandan, Jung’un perspektifinde saldırganlık bilinçdışı arketipler ve “gölge” kavramıyla ilişkilendirilir; bireyin kendi içinde bastırdığı karanlık yan, toplumsal düzeyde patlak verdiğinde şiddet ortaya çıkar. Storr, Jung’a aşina biri olarak toplumsal şiddetin bireyin bilinçdışı korkuları ve bastırılmış dürtülerinin kolektif tezahürü olduğunu düşündürür. Buna ek olarak, psikanalitik geleneğin diğer üyeleri de yıkıcı dürtüler üzerinde durmuşlardır. Örneğin Erich Fromm, saldırganlığı salt biyolojik bir içgüdü yerine, kişinin içinde yaşadığı sosyal koşulların ürünü olarak görür. Fromm gibi bazı eleştirmenler, saldırganlığın kültürel ve sosyal faktörlerle şekillendiğini savunarak Freudcu içgüdü modelini eleştirmişlerdir. Genel olarak, Storr’un bağlamında Freud ve Jung gibi kuramlar insan doğasının yıkıcı yönünü vurgularken, farklı psikanalist yaklaşımlar bu dürtülerin kökeni ve işleyişi konusunda ek perspektifler sunar.

Bireysel ve Toplumsal Şiddet

Storr’a göre kitlesel şiddet ve soykırımda rol oynayan bireysel psikopatolojiler de önemlidir. Patolojik narsisizm, sadizm ve empati eksikliği gibi özellikler, bireylerin şiddet uygulama ve bundan haz alma eğilimlerini artırır. Narsistik kişilik özelliği olan bireyler kendilerini üstün görür, başkalarına empati göstermezler. Örneğin narsist kişiler, kendilerini benzersiz ve üstün görürler; diğer insanları aşağılanabilir bulur ve empati yeteneklerinden yoksundurlar. Benzer biçimde, sadistik kişilik bozukluğu tanımları, empati eksikliği ve başkalarına zarar vermekten zevk alma ile özdeşleştirilir; bu kişiler başkalarını incitmek veya aşağılamak suretiyle haz duyarlar. Dolayısıyla empatiden yoksunluk, hem narsistik hem de sadistik tutumlarda merkezi bir rol oynar. Bu kişilik özellikleri, toplumsal düzeyde otoriter liderlerin veya silahlı grupların şiddeti meşrulaştırmasında rol oynar. Örneğin, narsistik liderler kendilerini devletin veya milletin temsilcisi addeder, “biz” gruba ait olana tapar ve “öteki” grubu aşağı görerek zulmü haklı çıkarır. Buna karşın, araştırmalar kitlesel şiddette rol oynayan bireylerin çoğunun önceden belirgin sapkın eğilimleri olmadığını göstermiştir. Bir çalışma, soykırımlarda görev alan birçok asker veya çetenin sivillikte sadist davranışlar sergilemediğini ve belirgin sapkın eğilimleri bulunmadığını rapor etmiştir. Bu bulgu, patolojik kişilik ötesinde sosyal ve çevresel koşulların da kritik olduğunu gösterir. Yine de patolojik narsisizm, sadizm ve empati yoksunluğu gibi faktörler, bireylerin şiddete katılmasını kolaylaştıran içsel zeminleri hazırlayan unsurlardır. Storr’un yaklaşımı, bireysel psikopatolojileri toplumsal şiddetin sebepleriyle ilişkilendirirken, bu kişilik özelliklerinin kitlesel şiddeti anlamada tek başına yeterli olmayacağını da vurgular.

Soykırımın Psikolojisi

Soykırımlar toplumsal düzeyde deşifre edilmiş bir saldırganlık formudur ve grup dinamikleri, kimlik süreçleri ile ideolojik meşrulaştırma bu olayların psikolojisinde kritik rol oynar. Sosyal kimlik teorisi bağlamında insanlar kendilerini “biz” ve “öteki” olarak kategorize eder; in-group (biz) grubuna aşırı aidiyet, out-group’u (ötekini) ise yabancılaştırma ve düşmanlık doğurur. Bu çerçevede, göçmen kimlikleri üzerine yapılan çalışmalar, farklı kimliklere sahip grupların ötekileştirme süreçlerine maruz kalmasının psikolojik bir doğası olduğunu göstermektedir. Toplumsal “öteki” algısı, stereotipleştirme ve kalıp yargılar aracılığıyla çoğaltılır; bu süreçle “ötekileştirme” olgusu sosyal-bilişsel bir davranış olarak tanımlanmıştır. Grup içinde birlik duygusunu korumak için bilinçdışı savunma mekanizmaları devreye girer: Toplumlar tanıdık olanı arzularken yabancı veya farklı olandan korkar; grup narsistik yara olarak gördüğü her şeyi “canavarlaştırarak” reddeder ve dışlar. Bu psikodinamik, dehumanizasyonu açıklar: Örneğin Nazi Almanyası’nda Yahudiler ya da Ruanda’da Tutsiler alt-insan olarak nitelendirilmiş, düşmanlaştırılmıştır. İdeolojik propaganda ve meşrulaştırma da soykırıma varan süreçte önemlidir. Liderler, dini veya ulusalcı söylemlerle kitlesel şiddeti haklı çıkararak bireylerin vicdanını susturur. Storr, bu mekanizmaları psikanalitik terimlerle analiz ederken, aşırı milliyetçilik, fanatizm ve paranoyak yaygın düşünce kalıplarının kitlesel kötülüğe zemin hazırladığını vurgular. Kısacası, soykırım psikolojisi, güçlü bir “biz-öteki” bölünmesi, dışlama yoluyla yabancılaştırma ve ideolojik haklılaştırmanın iç içe geçtiği bir grup dinamiğidir.

Tarihsel Örnekler

Storr eserinde 20. yüzyılın büyük ölçekli şiddet olaylarına da değinir. Örneğin Holokost, Nazi Almanyası’nın Yahudilere yönelik soykırımını ifade eder; yaklaşık altı milyon Yahudi sistematik olarak katledilmiştir. Bu örnekte Storr, Hitler’in kişisel psikopatolojisi ile totaliter ideolojinin birlikteliğini irdeler. Kamboçya’da Kızıl Kmerler’in 1975–1979 dönemindeki zulmü de incelenir: Pol Pot liderliğindeki rejim, yaklaşık 1,5–2 milyon kişiyi (entelijansiya, eski rejim destekçileri, etnik azınlıklar vb.) öldürmüş, kıtlık ve zorla çalıştırma yoluyla toplumu yeniden yapılandırmıştır. Ruanda’da 1994’teki soykırımda ise yaklaşık 100 gün içinde 800.000 Tutsi ve ılımlı Hutu katledilmiştirtr.wikipedia.org. Storr, bu tarihsel olaylara psikanalitik perspektifle yaklaşır; liderlerin kişilik özellikleri, kitle psikolojisi ve tarihsel koşulların etkileşimini yorumlamaya çalışır. Örneğin Holokost için liderlikteki paranoid ve narsisistik unsurları, Kamboçya için fanatik komünizmi, Ruanda için tarihî çatışma ve propaganda mekanizmalarını öne çıkarır. Bu örneklerle Storr, bireysel eğilimlerle büyük ölçekteki kurumlaşmış zulüm arasında bağlantılar kurar ve insan doğasındaki karanlık eğilimlerin tarih boyunca nasıl patlak verebildiğini gösterir.

Önleme ve Etik Tartışmalar

Storr’un eseri, insan doğasının kötücül yönlerini vurgulasa da önleyici perspektifleri de gündeme getirir. İnsan doğasının tamamen değiştirilemez olduğu düşüncesine karşılık, çoğu psikolog eğitimin, kültürel değişimin ve etik müdahalelerin rolünü vurgular. Eğitim yoluyla empati ve eleştirel düşünce kazandırılması, çeşitli kültürlere açık olma ve hoşgörüyü teşvik etme önemli stratejilerdir. Örneğin Allport’un temas hipotezi gibi sosyal psikoloji kuramları, gruplar arası etkileşimin ön yargıları azaltabileceğini öne sürer. Kültürel olarak insan haklarına saygı, toplumsal diyalog ve tarih bilinci geliştiren müfredatlar şiddeti önleyebilir. Hukuki düzeyde ise 1948 Birleşmiş Milletler Soykırımı Suçu’nun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi gibi uluslararası yaptırımlar, soykırımın önlenmesi için evrensel normlar koyar. Storr, insan doğasının hem iyiye hem kötüye açık olduğunu kabul ederek, sosyal koşulların önemine değinir; eğitimin, kültürün ve ahlaki değerlerin güçlendirilmesinin, toplu kötülüğün önlenmesinde anahtar rol oynayacağını belirtir. Sonuçta, şiddetin önlenmesi sadece bireysel psikopatolojileri değil, aynı zamanda toplumsal yapıları ve kültürel tutumları da dönüştürmeyi gerektirir.

Eleştirel Tartışmalar

Storr’un teorisi çeşitli açılardan eleştirilmiştir. Öncelikle psikanalitik indirgemecilik eleştirisi gelir: Bireysel içgüdü ve kişilik faktörlerini vurgulaması, sosyo-politik ve ekonomik yapıların rolünü gölgede bırakmakla suçlanabilir. Örneğin bazı sosyologlar, soykırım ve kolektif şiddeti açıklarken sömürgecilik, ekonomik eşitsizlik veya iktidar mücadeleleri gibi makro faktörlere işaret ederler. Psikolog Donald Dutton gibi yazarlar da kitlesel şiddetin açıklanmasında sadece kişilik yapılarının yetersiz olduğunu savunur; gerçek hayatta soykırıma katılan pek çok insanın normal göründüğünü ve önceden belirgin sapkın özellikler taşımadığını vurgular. Dutton, “aşırı zulmün adli kişilik kuramlarıyla açıklanmasının zor” olduğunu belirterek kişilik odaklı açıklamaların yetersizliğini eleştirmiştir. Ayrıca Storr’un psikanalitik yaklaşımı, bilimsel eksikliklerle de eleştirilir: Ölüm içgüdüsü gibi kavramların ampirik kanıtı sınırlıdır ve modern bilişsel ya da nörobilimsel psikoloji çoğu açıklamada farklı yönleri ön plana alır. Tarihçiler de bazen Storr’u indirgemeci bulur; soykırımı yalnızca psikolojik bir fenomene indirgediği, tarihsel ve siyasi bağlamı gerektiği kadar dikkate almadığı eleştirilerine maruz kalır. Bu eleştiriler, Storr’un tezlerinin tek başına açıklayıcı değil bütünleyici olması gerektiğini hatırlatır: Kişilik ve bilinçdışı süreçler önemli olmakla birlikte, sosyal ve tarihsel koşulların da eşlik etmesi gerektiği vurgulanır.

Sonuç

Anthony Storr’un İnsan Yıkıcılığı, insan doğasındaki karanlık yönleri açığa çıkarmaya çalışan klasik bir psikanalitik eserdir. Storr, bireysel psikodinamiklerle toplumsal şiddet arasında bağlar kurarak, insanlığın kötülük kapasitesini psikolojik olarak yorumlamaya çalışır. Günümüzde, Holokost, Ruanda, Kamboçya gibi tarihsel trajediler hâlâ hafızalardadır ve benzer şiddet olayları endişe kaynağıdır. Storr’un çalışması, bu tür olayların arkasında yatan insanî eğilimleri anlamamıza yardımcı olur, ancak son dönemdeki araştırmalar sosyal, kültürel ve politik faktörlerin önemini de ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, İnsan Yıkıcılığı eseri insan doğası üzerindeki klasik bir değerlendirme sunar ve çağdaş psikoloji, sosyoloji ve tarih disiplinleriyle diyalog kuracak niteliktedir. Storr’un temel çıkarımı, insanların hem büyük iyilik hem de büyük kötülük yapabilen karmaşık varlıklar olduğudur. Günümüzde bu perspektif, toplumsal bağlam ve etik sorumluluk vurgusuyla tamamlanarak, insan doğası üzerine kapsamlı bir bakış açısı oluşturulmaktadır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.